Ben ve arkadaşım Mark terk edilmiş yerleri araştırmayı severiz. Bunu yıllardır yaparız ve inanın ilk günkü keyfi hala alabiliyoruz. Sürekli devam eden ürkütücü his ve yeni yerler keşfetmenin heyecanı bizde bağımlılık yaptı.
Bunu ilk denediğimiz gün kendimizi keşfetmeye kaptırmıştık. Bu işin kuralı şuydu: Daha büyük bir yere geçmeden önce mutlaka birçok kez küçük evlerde deneyim kazanmanız gerekiyordu. Biz bunu kazanmıştık ve daha büyük bir yapıya yönelme vakti gelmişti. İşte geçtiğimiz yıl bu yeni adımı deneyimledik.
Yaşadığımız yerin birkaç mahalle uzağında terk edilmiş büyük bir hastane vardı. Onu daha önce hiç görmemiştik ancak uzun yıllardır boş olduğunu biliyorduk. Hastane kapanmış ve daha küçük ve modern bir yere taşınmıştı.
Mark bu fikre ilk başta karşı çıkmıştı, polise yakalanmaktan korkuyordu. Ancak onu ikna ettim. Polislere yakalanırsak bize sadece orayı terk etmemizi söylerlerdi en fazla.
Akşam saat yedi buçuk gibi yola çıktık. Bir yaz günüydü, o sebeple hala güneş vardı. Yoldayken bir kez daha planın üzerinde geçtik. Hastane izole bir yerdeydi, etrafındaki arazi büyüktü. İlk önce yakınlardaki bir otoparka gidecektik. Oraya vardığımızda hava kararmış olacaktı. Böylece çalıların arasından sızıp kimseye görünmeden ön kapıya ulaşacaktık.
Otoparka varınca bir süre aracın içinde bekledik. Hastaneye giden yol otoparkın yanındaydı ve bizim de trafiği gözlemleme fırsatımız olmuştu. Şanslı gözüküyorduk. Beklediğimiz on dakika boyunca sadece bir araç geçmişti.
Sonra yanımızda getirdiklerimizi kontrol ettik. Eğer keşif sırasında ayrılmak zorunda kalırsak diye her birimiz için bir el feneri, bir şişe su, tentürdiyot, oksijenli su, bir kutu bandaj ve telsiz vardı.
Arabadan çıktık ve çalılardan geçtik. Ağaçların arasından ilerlerken Mark omzuma dokundu.
“Az kalsın unutuyordum. Bunu kütüphaneden almıştım.”
Sırt çantasına uzandı ve rulo şeklindeki bir kağıt çıkarıp açtı. “Bu hastanenin haritası, acil çıkışlar ve diğer şeyler için gerekli olacaktır. Sende kalsın.”
“Sence harita kullanmamız keşfetme heyecanını öldürmeyecek mi? diye sordum.
“Sadece mecbur kaldığımız zaman kullanırız. Eğer içimizden biri zarar görürse çıkışı bulana kadar debelenmeyelim.”
Doğru söylüyordu. “Tamam, peki harita neden bende duracak?” diye sordum.
“Çünkü “içimizden biri” derken kendimi kastediyordum.” diye cevap verdi.
Haklıydı. Bunca yıl yaptığımız keşifler sırasında üç defa yaralanma yaşamıştık. Üçü de Mark’a aitti. Haritayı arka cebime sokuşturdum ve hastaneye doğru ilerlemeye başladık.
Planladığımız gibi oraya vardığımızda ortalık karanlıktı. Ağaçlar etrafı çevrelediğinden binanın silüetini tam olarak göremiyorduk. Biraz ilerleyince el fenerlerimiz tuğla cepheyi ve üç katlı binayı aydınlattı. Pencerelerin çoğu kırıktı.
Ana giriş açıktı. İki kanatlı kapının biri yerdeyken diğeri ortada görünmüyordu. Görünüşe gore buraya ilk gelen biz değildik. Bu beklenen bir şeydi zaten. Yavaşça girişten içeri süzüldük.
Bina kötü durumdaydı. Zemin tozla kaplıydı, kapıların çoğu dağılmıştı. Duvarlarda delikler vardı. Bakır kablolar belli ki hırsızlar tarafından çalınmıştı. Binada ayrıca su hasarı da vardı. Ve tabii ki bir sürü graffiti.
İlk kat belki de en ilginciydi. Kafeterya ve görevli odası dışında morg da burada bulunuyordu. Geride birçok alet bırakılmıştı. Terk edilmiş yerlerden hiçbir şey almazdık, bu kuralımızdı. Ancak o gün bu kuralı çiğnememek için kendimizi zor tuttuk ve ikinci kata doğru devam ettik.
Bu katta kapıların çoğu sağlamdı ve graffiti yoktu. Anlaşılan macera arayan ergenler merdivenleri tırmanmayacak kadar tembeldiler. Hırsızlarsa belli ki buralara uğramıştı çünkü duvarlarda en az alt kattaki kadar delik vardı.
Bu sırada Mark ayrılmayı teklif etti. Ben etrafta zaman geçirmeyi tercih ederken o hızlı hareket etmeyi severdi. Ben detaylara takılırken o her şeyi bir an önce görmeyi isterdi. Bu sebeple benden uzağa gideceğini biliyordum. Benim için sorun değildi, sessizlik hoşuma gidiyordu. İçimdeki ürkütücü his işin eğlenceli tarafını oluşturuyordu. Eğer Mark ayrılmayı teklif etmeseydi muhtemelen ben ederdim zaten. Mark üst kata çıktı. Bense ikinci katta takılmaya devam ettim.
İkinci katın çoğu hasta odalarıyla doluydu. Yatak ve masalardan başka çok bir şey yoktu. Etrafta dolaşırken üst katta Mark’ın ayak seslerini duyabiliyordum. Biraz yürüyüp durdu, ardından bir kapının açılma sesi geldi ve ayak sesleri uzaklaştı. Mark ilerlemeye devam ediyordu.
İkinci katın sadece yarısını keşfettiğim sırada binanın ortasındaki çok büyük bir odaya geldim. Duvardaki oldukça büyük pencere sayesinde her yer ay ışığıyla aydınlanıyordu. Dışarı baktığımda içeri girdiğimiz ön bahçeyi rahatlıkla görebiliyordum.
El fenerine ihtiyacım kalmamıştı, o sebeple kapattım. Odanın ortasında etrafında dört eski koltuk bulunan bir masa vardı. Su molası vermek için birine oturdum. Her şey koyu mavi ışık altında dururken orada yapayalnız oturmak fazlasıyla ürkütücüydü.
Suyumu çantama geri koyduğum sırada telsizimden bir ses geldi. Bu Mark’tı.
“Hey, sanırım burada kayboldum. Seni bulmama yardım edebilir misin?”
Normalde haritayı kullanmaktan rahatsız olurdum ancak şimdi biraz ürpermiştim ve Mark’la yeniden bir araya gelmek istiyordum.
“Tamam.” dedim. “En yakın oda numarası kaç?”
“Oda 308’deyim.”
“Tamam. Üçüncü katın doğu kanadındasın.”
“Nereye gitmeliyim?”
“Koridor boyunca oda numaralarının azaldığı yöne doğru git. 301 nolu odanın yanında merdivenler göreceksin.”
Aradan iki dakika geçti. Mark’ın sesi telsizden duyuldu. “Merdivenlerin girişi kapanmış, geçme şansım yok. Neredesin?”
“İkinci katın ortasındaki oturma alanındayım. Şu an 301’in yanındasın, değil mi?” diye sordum. Mark onayladı.
“Şimdi numaraların arttığı tarafa gideceksin. 349 nolu odanın yanında doğrudan buraya inen görevlilere ait bir merdiven olmalı.”
Haritaya göre bulunduğum oturma alanının karşısında bir görevli odası vardı. Merdivenler de oraya iniyordu.
On dakika sonra Mark’ın ayak seslerini tam üstümde duydum. Telsiz yeniden çalıştı.
“Buradaki merdivenler, değil mi?”
“Evet, seni hemen üstümde duyabiliyorum.”
Onun yürümeye başladığını duyduğumda ben de görevli odasının kapısına ilerledim. Diğer taraftan Mark’ın merdivenlerden inip odanın içerisinde yürüdüğünü işitebiliyordum. Kapıya vardığında kapı kolu hareket etti, ancak açılmadı. Kilitliydi.
Kapıya doğru kilidi açması gerektiğini bağırdım fakat o hemen kapının arkasında olmasına rağmen bana telsizden cevap verdi.
“Kilit kırılmış. Senin açman gerekecek.”
Bulunduğumuz alanlara zarar vermekten hoşlanmam fakat orada tek başıma otururken Mark’ı oradan oraya yönlendirmek beni ürkütmeye başlamıştı. Gerildim ve kapıya tekme atmaya hazırlandım. Tam vurmak üzereyken cep telefonum çaldı. Bu beklenmedik ses sebebiyle korkudan neredeyse tavana kadar sıçrayacaktım. Telefonu açtım.
“Lanet olsun, beni neredeyse korkudan öldürecektin!”
“Ve sen beni korkudan öldürdün bile.”
Bu Mark’ın sesiydi. “Ne demek seni korkudan öldürdüm, ne yaptım ki?” diye sordum. Mark cevap verdi.
“Telsizine cevap vermiyorsun. Yirmi dakikadır seni dışarıda bekliyorum. Neredesin?”
Tüylerim diken diken olmuştu. “Yirmi dakikadır dışarıdaydım” da ne demekti? Geniş pencereye doğru ilerleyerek dışarı baktım. Mark aşağıdaki bahçede duruyordu. Ürpermiştim. Telsizden benimle konuşuyordu, yanımdaki odadaydı. Şimdi nasıl aşağıya inmişti?
Yaşadığım korku soruları bir kenara atmamı söyledi. “İkinci kattaki büyük pencerenin önündeyim.” dedim. Mark bir süre etrafına, ardından da binaya baktı. Hızlı hızlı nefes alıyordu. Sesinde endişe vardı. “Evet, seni görebiliyorum.”
Tam o sırada arka arkaya duyduğum gürültülerle yerimden sıçradım. Görevli odasındaki kapı her vuruşta sallanıyordu. Arka taraftaki her kimse dışarı çıkmaya çalışıyordu. Paniklemiştim. Hızla koşarak merdivenlerden inip binayı terk ettim.
Mark’la dışarıda buluştuk, tek bir kelime dahi etmeden ağaçların arasından otoparka doğru koştuk. Arabaya atladık ve tam gaz eve doğru sürdük. Oraya vardığımızda neler olduğunu Mark’a aktardım. O da yaşadıklarını bana anlattı.
“Senden ayrıldıktan sonra ikinci katın sonuna gittim ve yukarı çıkmak istedim. Ancak merdiven kalıntılarla kapanmıştı. O sırada üst kattan ayak sesleri işittim, sen olduğunu düşündüm. Oraya nasıl çıktığını sormak için sana telsizden ulaşmaya çalıştım ama cevap vermedin. Benimle oyun oynadığını düşündüm fakat korkmuştum. Dışarı çıkıp seni orada bekledim, telsizden ulaşamayınca da telefondan aradım.”
Mark’ın anlattılarını duyunca ürkmüştüm. Ama bana söylediği son şey gerçekten şok ediciydi.
“Aslında… son bir şey daha var. Seni aradığımda pencerede seni görüp göremediğimi sormuştun ya..”
Sessizce ve endişeyle duraksadı.
“O zaman korkudan söyleyememiştim ama üçüncü katın pencerelerinde insanlar gördüğüme yemin edebilirim.
Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri tarafıma aittir.
YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube
Ayhan Celebi :Aynı huy bende de vardır.Küçüklüğümden beri gizli yerler keşfetmek ve görmek. Bu arada başıma bir bela açmak.Bu harika olurdu ha! Terkdilmiş yerlerden ben de bir şey almak istemem.Nedeni belli.Bir şeyin bana musallat olmasından korkarım.
BeğenBeğen