McDonald’s’da Gece Çalışmayı Bıraktım

Bana McDonald’s’da gece vardiya yöneticiliği teklif edildiğinde tereddüt etmiştim. Orada zaten altı ay çalışmıştım ancak gündüzdü. Geceleri nadiren çalışırdım. Bunu, gece nöbeti yapmış iş arkadaşlarımla konuştum. Genel şikayetleri geceleri yeterli personel olmaması ve zor müşterilerin gelmesiydi. Gece nöbetinin çoğu zaman neden tercih edilmediğini anlamıştım. Altı ay içinde dört gece yöneticisi geldi ve her biri işten ayrıldı.

En son ayrılan Jesse’ydi, akşamüzeri çalışırdı ve her zaman sarhoş gelirdi. İşi kabul etmesine çok şaşırmamıştım; işin bir avantajı başında kimsenin olmamasıydı. Denetim için gelen biri yoktu, genel yönetici evinde uyuyor olurdu ve dondurma makinesi bozukmuş gibi yapabilirdin, kimse seni uyarmazdı.

Beni şaşırtan şey daha bir hafta olmadan işten çıkmasıydı. Haber bile vermemişti. Nöbetin ortasında dükkândan çıktı ve asla geri dönmedi. Son maaşını almadı ve kimse onunla iletişime geçemedi.

Sonra da işi bana teklif ettiler. Şüphelerim vardı ama daha yeni on sekiz olmuştum, hayatımla ne yapacağımı bilmiyordum ve maaşım eski maaşımın neredeyse iki katıydı. İşi kabul ettim. Artık haftanın beş günü, saat on birden yediye kadar oranın sorumlusu bendim.

Fena değildi.  İlk üç saat iki ekstra çalışanım oluyordu. Biri mutfakta çalışır, biri de sipariş alıp müşterilere yemeklerini verirdi. İkisi de üçte çıkardı, ondan sonra dükkanda sadece ben ve Miriam olurduk. Miriam kısa, sessiz, orta yaşlarda bir kadındı. Mutfakta on yıldan fazladır çalışıyordu. Çok iyi İngilizce konuşmuyordu ama beni kolayca anlayabiliyordu.

Jesse’nin neden ayrıldığını anladığımda bir Pazar akşamı saat dört gibiydi. Dışardaki sıra bitmişti ve otopark boştu. Lobideki yere ve masalara hademe gittiğinden beri hiç dokunulmamıştı. Kulağıma gelen tek ses yağın kızarma sesiydi. Hala yapmam gereken şeyler vardı. Bilgisayar sistemini yeniden başlatmalı ve kasadaki parayı saymalıydım ama bir süre ön tezgâhın orada durdum ve her akşam on birde kapanan lobiye baktım.

Belli bir şeye bakmıyordum, ama gözlerim camdaki bir yansımaya takıldı, masalardan birinin altında bir şeyin hareket ettiğini gördüm. Görüş açım pek iyi değildi, o yüzden tezgâha doğru yaslandım ve ileri doğru eğildim. Hayal görmüyordum. Masanın altından çıkan kız bacakları vardı.

Bembeyaz ayakkabıları vardı, hemşirelerin giydiği türden. Dizlerinin gerisini göremiyordum. Topuklarının arkası yere değiyordu ve ayak uçları tavana bakıyordu.

Sonra ayak uçlarını hareket ettirmeye başladı. Müzik dinliyormuş gibi bir ileri, bir geri. Onu bir süre izledim. Yaralanmış mıydı? Bu bir şaka mıydı? İnsanlar daha önce tuvaleti kullanmak için ya da sipariş vermek için lobi kapalıyken içeri girmişlerdi. Genellikle tezgâhın başına gelirlerdi, ben de “Üzgünüm, lobi kapalı,” derdim ve olay biterdi. Ama bu… biraz garipti.

“Hey!” diye seslendim, “Lobi kapalı!”

Sesim binada yankılandı. Bağırmamdan sonra bacaklar oldukları yerde durdular. Bir süreliğine hareketsiz kaldılar. Bir süre sonra bacaklar masanın altından yukarı doğru çekildi. Artık hiçbir şey göremiyordum.

Ayağa kalkacağını sandım, kendini göstermesi için bekledim ama hiç çıkmadı. Tekrar seslendim.

“Orada olduğunu biliyorum!”

Hiçbir şey olmadı. Kulaklığımı çıkardım ve lobiye gittim. İstese de istemese de ona gerekeni yapacaktım.

Ama masaya ulaştığımda altında kimse yoktu. Diğer masaların da altına baktım, kimseyi göremedim. Lobinin her yanını aradım ama hiçbir şey yoktu.

Bir süreliğine orada durdum. Sonra tezgâha geri döndüm, bir dakika boyunca iki hayali bacak gördüğüm gerçeğini unutmaya çalışıyordum. Delirmiyordum. Sadece yorulmuştum. Kulaklığımı geri taktım ve kimsenin araba servisine gelmediğinden emin oldum. Kilitli olup olmadıklarına bakmak için giriş kapılarını tekrar kontrol ettim. Zaten kilitliydiler. Eğer dükkânda küçük bir kız olsaydı en az beş saattir içeride saklanıyor olmalıydı. Bu çok saçmaydı. Onu daha önce fark ederdim.

Tezgâha geri dönerken lobiye tekrar göz gezdirdim ve durdum. Camdaki yansımada o beyaz ayakkabılardan birinin yerde durduğunu gördüm. Başka kimseyi göremedim, masanın altında kimse yoktu.

Miriam’ı yanıma çağırmak için arkamı döndüm ama mutfakta değildi. Malzeme için depoya gitmiş olmalıydı. Arkama döndüm, yansımaya en iyi açıdan bakmaya çalıştım ama tezgâhın arkasından sadece masanın altındaki gölgeleri görebiliyordum. Ve tabii ki o ayakkabıyı. Bir süre sonra karanlıktan küçük ve soluk bir el çıkıp ayakkabıyı masanın altına çekti.

Nefessiz kaldım. Yansımaya uzun bir süre baktım, bunun gerçek olup olmadığını anlamak için, bir şeyin hareket etmesini bekliyordum.

Telefonun çaldığını anlamam ne kadar sürdü bilmiyorum. Miriam ofisten bana seslendi. Arkamı döndüğümde çalan telefonu vermek için bana doğru yürüyordu. Telefonu açmadan önce camdaki yansımaya bir kez daha baktım ve sakinleştim. Hiçbir şey yoktu.

Saat geç olmuştu. Yorgunumdum sadece, kafayı falan yemiyordum. Miriam’a teşekkür ettim ve telefona cevap verdim.

Pek bir şey beklemiyordum. Gecenin bu saatinde kimse bizi önemli bir şey için aramazdı. Genellikle yanlışlıkladır, birkaç çocuk şaka yapıyordur ya da buraya gelmeden önce 7/24 açık olup olmadığımızdan emin olmak için arayan biridir. Ama arayan kişinin sesini duyduğum anda bunun farklı olduğunu anlamıştım.

“Yardım et … lütfen bana yardım et …”

Genç ve ince bir sesti. Küçük bir kız. Lobiye tekrar baktım, camdaki yansımaya. “Kimsiniz?”

“Sıkıştım,” dedi. Bu sefer masanın altında anormal bir şey görmedim. “Masanın altına sıkıştım…”

“Neredesin?” diye sordum. Nerede olduğunu zaten biliyordum.

Beni duymamış gibi “Çıkmama yardım et,” diye devam etti. “Sıkıştım, çıkamıyorum…”,

Tüylerim diken diken olmuştu. Cama odaklandım. Daha önce bulanık gözüken yansımayı, artık mükemmel bir şekilde görebiliyordum. Hiçbir şey olmadı. Masanın altında hiçbir şey hareket etmedi ama telefondaki ses yardım istemeye devam ediyordu.

“…lütfen bayım, uzun süredir buradayım…”

Neredeyse telefonu kapayacaktım. Eğer kapasaydım sanırım hiçbir şey olamamış gibi davranırdım ve eğer telefon tekrar çalsaydı cevap vermezdim. Ama bu herhangi birinin görmezden gelebileceği bir şey değildi. Telefonu ne kadar kaparsam kapayayım aramayı bırakmayacağını hissedebiliyordum.

Lobiye geri döndüm. Normalden daha yavaş yürümedim ama o masaya ulaşmam sanki saatlerimi almıştı. Sürekli Jesse’yi düşünüyordum, nasıl birden kaybolduğunu.

Eğilip masanın altına baktım ama tıpkı son seferki gibi orada kimse yoktu. Titreyerek iç çektim. Telefondaki ses artık çok sahte geliyordu. Telefon şakası olduğu belliydi, benimle uğraşacak en doğru zamanı seçen birinin telefon şakası.

“İyi numara, pislik. Burayı bir daha arama.”

“Ama seni görebiliyorum,” dedi gerçekten de kafası karışmış gibi. “ Senin tam yanındayım. Kırmızı, siyah kıyafetler giyiyorsun, ve de bir şapka—“

“Burası McDonald’s. Hepimiz böyle giyiniyoruz.”

“— gözlerin kahverengi, isim etiketin yok ve sağ elinde bir kesik var—“

Betimlemesi devam ediyordu. Nasıl eğildiğime, burnumun şekline, ellerimin titremesine kadar her şeyi biliyordu. Camdan otoparka baktım. Biri dışarıdan beni izliyor olmalıydı ama orada kimse yoktu. Camda bir kız suratının yansıması vardı, masanın altından bana bakıyordu. Ağzı telefondan gelen sesle uyumlu bir şekilde hareket ediyordu.

Ondan uzaklaşırken bir sandalyeye takıldım. Telefonu yere düşürdüm, onu hala telefondan duyabiliyordum ama masanın altından hiçbir ses gelmiyordu. Orada, masanın bacakları dışında hiçbir şey yoktu. Cama tekrar baktım. Onun yansımasını hala görebiliyordum. Bana büyük siyah gözlerle bakıyordu. Olduğu yerde duruyor, ağzını konuşuyormuş gibi hareket ettiriyordu ama hiçbir ses gelmiyordu.

Hemen telefonu aldım ve tezgâhın arkasına koştum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Zar zor nefes alıyordum. Cama tekrar baktım, hala oradaydı. Kafasını masanın altından çıkarmış beni izliyordu. Suratı asıldı ve gözlerinden kıpkırmızı göz yaşları akmaya başladı. Telefonu kulağıma yaklaştırdım ve onu tekrar duydum.

“Neden gittin? Bana yardım edeceğini sanıyordum. Sıkıştım, çıkamıyorum…”

Konuşmaya devam etti, ben de dinledim. Midem bulanıyordu. Bağırmaya başladı.

“Lütfen! Uzun zamandır buradayım…”

Miriam bana seslenince kendime geldim.  Arkama döndüm, bana bakıyordu. “İyi misin?”

Bu soruyu nasıl cevaplayacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tekrar cama baktım, hiçbir şey yoktu ama tüm bunları hayal etmiş olmamın imkânı da yoktu.  Telefonu kulağıma koydum ve tekrar aynı çığlıkları duydum. O gerçekti. Onu duyabiliyordum.

Miriam’a masanın altındaki kızı ve telefondaki sesi anlattım. Çok hızlı konuşuyor olmalıydım çünkü ne dediğimi kesinlikle anlayamıyordu. O yüzden dinlemesi için telefonu ona uzattım.

Miriam telefonu kulağına koydu. İki saniyeliğine dinledi, sonra sakince telefonu kapadı ve masaya koydu. “Şeytan Kız,” dedi.

“Ne?”

Yavaşça tekrarladı, doğru telaffuz etmeye çalışarak. “Şeytan Kız,” dedi. “Masanın altında yaşıyor. Onun sana dokunmasına izin vermediğin sürece bir şey olmaz.”

Hiçbir şey olmamış gibi ızgarayı temizlemeye devam etti. Bir arabanın araba servisine girdiğini duydum. Siparişi almak için kulaklığımdaki düğmeye basacaktım ama dona kaldım. Kızın yüzünü camda tekrar gördüm. Bana bakıyordu. Göz kırpmadan, gözlerini benden hiç ayırmadan.

Müşteri “Merhaba?” dedi. Ama siparişini almak yapmak istediğim son şeydi. Ellerim terliyordu, başım dönüyordu ve kusmak üzereydim. “Orada kimse var mı? Merhaba?”

Kulaklığımı çıkardım, dükkândan çıktım ve o binaya bir daha asla adım atmadım.

Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Ali Ağcabay’a aittir.

YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: