Ronald McDonald Evi

Eminim Ronald McDonald Evi denen hayır kurumunu duymuşsunuzdur. Hastanedeyken hasta çocukların ailelerine barınma sağlarlar. Oldukça masum görünüyor, değil mi?

Hayır kurumunun başka bir tarafı daha var. Başka bir tür Ronald McDonald Evi var, pek çok insanın bilmediği bir tane.

Çoğu büyük şehirde bu evlerden bir tane var. Onu arayarak bulamazsınız. Adresi yok. Kapının üstünde bir işareti yok. Pencereleri bile yok.

Hayır, onu bulmanın tek yolu oraya götürülmenizdir.

Ben böyle buldum.

Gerçek ebeveynlerimle hiç tanışmadım. Çocukluğumdan beri Detroit’teki koruyucu ailelere ve grup evlerine girip çıktım. Şimdi 15 yaşındayım ve “kötü çocuk” olarak adlandırdıkları şey benim.

Her zaman sorun yaratır, her zaman kovulur ve bana yardım edebileceklerinden hiç şüphe duymayan başka birilerinin yanına yerleştirilirdim. Ancak her zaman yanıldıklarını kanıtlardım.

Bir kadın olan vaka görevlim siyah metal masanın karşısında oturuyordu, yorgun ve yıpranmış görünüyordu. Aramızdaki masada kalın harfli kahverengi bir zarf vardı; benim durum dosyam.

“İtibarın senden önce geldi,” dedi görevli. “Ve şimdi sadece iki seçeneğin var; Lansing’deki askeri okul veya seni mucizevi bir şekilde kabul etmeye karar veren Ronald McDonald Evi.”

Askeri okuldaki çavuşlarla hiç uğraşacak vaktim yoktu. Hem ismini bir fast-food palyaçosundan alan bir ev ne kadar kötü olabilirdi ki? Ama inanın, Ronald McDonald Evi öyleydi.

Vaka görevlimin arabasının arkasına geçtiğim gün kara bulutlar üstümde belirdi. Sırt çantamdaki birkaç eşyam ve üstümdeki kıyafetler; yanıma tüm alabileceklerim bunlardı. Sahip olduğum o birkaç eşyadan biri, birlikte olduğum tüm koruyucu ailelerin fotoğraflarıyla dolu bir fotoğraf albümüydü. Her seferinde içine etmiş olsam da bazılarını hatırlamak güzeldi.

Vaka görevlisi ön koltuktan “Ronald McDonald Evi ile alakalı birkaç vakam oldu” dedi. “O çocuklar için işler çok iyi gitti, onları başka hiçbir yere aktarmak zorunda kalmadım. Aslında ev onların dava dosyalarını ve her şeyi devraldı.”

Tüm tanıdık yerleri geçerek Detroit şehir merkezine gittik. Zamanında komşu çocuklarla gizlice bir puba sızmak istediğim için şehrin dışındaki bir koruyucu evinden atılmıştım. Güzel zamanlardı.

“İşte burdayız.” dedi vaka görevlisi. Araba durdu.

Pencereden dışarı baktım. Uzun, gri, penceresiz bir binanın önüne park etmiştik. Dar bir caddedeki diğer iki endüstriyel bina arasına sıkışmıştı. Soldaki ve sağdaki binaların isimleri ve adresleri olduğunu görebiliyordum ama bu binada yoktu. Bir işaret bile yoktu.

“Emin misiniz?” diye sordum. Arabanın kapısını açıp arka koltuktan çıkarken tereddüt ettim. Sırt çantamı omzuma attım, kayışını sıkıca tuttum ve kadını penceresiz metal kapılara kadar takip ettim. Kadın zile basıp içerideki biriyle konuştu ve kilit açıldı. İçeri girdik.

Metal kapılar arkamdan kapanır kapanmaz sessizliği fark ettim. Çok baskıcı ve boş olan bu tür bir sessizlik neredeyse sizi sağırlaştırır.

Loş ışıklı lobinin sonunda, bir cam bölmenin arkasında oturan birini gördüm. Bu bir sekreterdi. Arkası dönüktü, bir şeyler yazıyordu. Cam bölmeye yaklaştık. Vaka görevlisi kadın tezgahın üzerindeki zili çaldı ve sekreter sandalyesinde bize doğru döndü.

Yüzü aynı palyaço gibi boyalıydı. Aslında tam Ronald McDonald gibi.

Kıvırcık, kısa ve kırmızı saçları bile vardı. Öyle olmasaydı beyaz elbise giymiş bir hemşire gibi gözükürdü.

Bu tuhaf durum karşısında gülmek istedim, ama yapamadım. Sırtımda bir ürperti hissettim. Bir şeyler doğru değildi. Sekreter ve vaka görevlisinin etkileşime girmesini izledim; evraklar cam bölmeden geçirildi. Vaka görevlisi dosyamı ilettiği sırada sekreter de imzalanması gereken kağıtları verdi.

Vaka görevlisi kağıtları imzalarken hemşire görünümlü sekreter bana baktı. Gülümsemesi sıcak ve misafirperver olmalıydı.  Ama gözlerinde gördüğüm tek şey açlıktı.

“Burada kalamam,” diye seslendim yüksek sesle. “Beni Lansing’deki askeri okula götür. Lütfen.”

“Sorun nedir tatlım?” Hemşire sordu, sesi camda biraz boğulmuştu. “Palyaçolardan korkuyor musun?”

Aç gözlerine baktım. Şimdi güldüğünde kötü niyetli bir parıltı vardı. Vaka görevlim de açıkça güldü. “Aşırı tepki verme! Askeri okuldan nefret edersin. Üstelik bu senin için iyi olacak!” dedi.

“Evet.” dedi palyaço kadın. “Bu senin için iyi olacak.”

İtiraz edemeden önce arkamda bir kapının sesini duydum.

Ön büro camının sol tarafında, lobinin uzak köşesinde açık bir kapı görmek için etrafımda döndüm. Ancak orada kimse yoktu, sadece bir kapıdan ışık sızıyordu.

Sonra sürünen gölgeler gördüm. Onları tiz sesler, yankılanan kahkahalar ve yine kapının içindeki duvar boyunca büyüyen gölgeler izledi.

“Ah!” dedi vaka çalışanı. “İşte karşılama komitesi geliyor!”

Ben dehşet içinde bakarken vaka görevlisi sırt çantamın kayışını tutarak son kez omzumu okşadı. “Merak etme tatlım. Bu sefer farklı olacak. Burada kendini evinde gibi hissedeceksin, söz veriyorum!”

Gitmek için döndü. Midemdeki safranın çalkalandığını hissettim.

“Hayır!” dedim umutsuzca. “Beni burada bırakamazsın!”

“Ah, hayır. Gitmem lazım. Hiçbir zaman palyaçolardan hoşlanmadım!”

Ve beni orada bıraktı. Metal giriş kapıları vaka görevlisinin arkasından kapandı. Artık yalnızdım.

Ön büronun oradaki açık kapıyla yine yüz yüzeydim. Gölgeler neredeyse odadan çıkmıştı ve delici kahkahalar lobiyi sesle dolduruyordu.

Çıkış kapısına koştum. Zorladım, ittim, çektim ve çığlık attım. Yardım için çığlık attım, vaka çalışanım için çığlık attım, herkes için çığlık attım. Lütfen, Tanrım.

Arkamı döndüm, hemşire kılıklı kadın bana gülümsüyordu. Ve sonra diğerleri koridora geldiler. Hepsi gülüyordu.

Hemşirelerden oluşan palyaço yüzlü ve kırmızı saçlı bir grup. Bazıları erkek, bazıları kadındı; ama hepsi aynı korkunç Ronald McDonald makyajına sahipti. Lobinin loş ışığında, ellerinde metal aletlerin ışıltısını görebiliyordum. Üzerinde birini zaptetmek için yerleştirilmiş kayışlar olan tekerlekli bir masayı itiyorlardı ve bana yaklaşıyorlardı.

“Uzak durun benden!” Çığlık attım. Metal kapılara tekrar vurdum. “Çıkarın beni buradan!”

Etrafımı sarmışlardı. Bağırıp çığlık atarken beni kavrayıp kaldırdılar. Ben kıvranıp tekme atmaya çalışırken onlar gülüyordu. Beni tekerlekli masaya sertçe çarptılar ve yatırdılar.

Çılgınca etrafa baktım. Her taraf sarılıydı.

“Gitmeme izin verin!” Kayışlardan kurtulmak için dönüp dururken çığlık atıyordum.

Beni açık kapıdan ve görünüşte sonsuzmuş gibi duran beyaz bir koridordan aşağı indirdiler. Güldüler, güldüler ve güldüler. Parlak neşterlerini, jiletlerini ve iğnelerini yüzümden sadece birkaç santim uzakta sallıyorlardı. Bu onları daha da güldürüyordu.

Onlardan biri bana bir şey enjekte etmeden önce hatırladığım son şey ellerdi. Eldivenli parmaklarını ağzımın içine soktular ve ağız kenarlarımı yukarı doğru çektiler. Çığlıklarım boğulmuş, gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüm anormal bir şekil almıştı. Yüzümde ateşli, kokmuş bir nefes hissettim. Ve fısıldayan, sapkın bir ses.

“Gülümsemenizi görmeyi seviyoruz!”

Sonra o çılgın kahkalar sanki ömrü tükenmiş bir pikabın çıkardığı sesler gibi yok olurken her şey karardı.

Gözlerimi açtım ve yukarıdaki parlak ışıklarla adeta kör oldum. Gözlerimi floresan ampullerden korurken yana dönüp etrafa baktım.

Burası bir hücreydi. Çizik izleri ve lekelerle kaplı uzun beyaz duvarları vardı. Zeminin köşesinde küçük bir gider gördüm, büyük ihtimalle tuvalet ihtiyacı içindi. Penceresiz bir kapı görülüyordu, onun yanında sırt çantam duruyordu.

Oturmaya çalıştım. Vücudum ağrıyordu, dik oturmaya çalıştığım anda başım dönmeye başladı. Bana ne ilaç verdiklerini merak ediyordum.

Titrediğimi fark ettim. Vücuduma baktım. Artık kendi kıyafetlerimi giymiyordum. Kirli, sökük bir hastane elbisesi vardı üstümde. Sarı renkliydi, üzerinde Ronald McDonald kafaları vardı. İçimdeyse hiçbir şey.

Binanın bir yerinden hafif, boğuk sesler duydum. Çığlıklara benziyordu.

Ayakta durmaya çalıştım ama dengemi koruyamadım. Görüşüm dengelenmeye başlamıştı ama vücudum sanki kauçuktan yapılmış gibiydi. Dizlerimin üzerine çöktüm ve çantama doğru emeklemeye başladım.

Oraya varmadan önce kapıyı açmaya çalıştım. Tabii ki kilitliydi.

Sırt çantamın yanında yere yığıldım ve fermuarını açtım.

İçinde kalan tek şey fotoğraf albümüydü. Defterlerimi, kalemlerimi ve cep telefonumu almışlardı. Ne bekliyordum ki?

Fotoğraf albümünü yorgun bir şekilde açtım. Gördüğüm şeyler sebebiyle ani bir şok yaşadım. Albümde önceki ailelerle çektirdiğim çok da uzun zaman öncesine ait olmayan neşeli fotoğrafların yer alması gerekirken, onların yerine başka şeyler vardı. Olay yeri fotoğrafları gibiydiler. Ve her birinde kanlar içinde uzanan, vahşice öldürülmüş koruyucu ailelerimin üyelerini tanıyabiliyordum.

Kalbim hızla çarpmaya başladı, midem çalkalandı. Sayfaları daha çabuk çevirmeye başladım. Her yeni sayfa, yeni bir fotoğraf, yeni bir aile ve yeni bir katliam demekti. Yüzlerini ve evlerinin içini tanıdım. Bütün bu insanlarla yaşamıştım. Ve şimdi hepsi ölüydü.

Son birkaç sayfaya geldim. Bir evin gece çekilmiş fotoğrafı vardı. Sonra o evin penceresi. Sonra evin içinde, bir kapıdan ışık sızan karanlık bir koridor. Bir sonraki fotoğrafta ise vaka görevlim vardı, banyoda dişlerini fırçalıyordu. Bir sonrakinde kameraya dehşetle baktığı bir an yakalanmıştı. Son fotoğrafta ise vaka görevlisi kadın, çıplak ve kanlar içinde bir küvetin içerisinde korkunç bir halde yatmaktaydı.

Dehşet içinde son sayfaya geçtim. Fotoğraf albümünün arka kapağında üç kelime yazılıydı.

“SEN ASLA VAROLMADIN”

Midemde safranın yükseldiğini hissettim. Kitabı yere attım, yerdeki deliğe doğru süründüm ve kustum.

Haklılardı. Beni tanıyan herkesin öldürülmesinden sonra hiç yaşamamış gibi olacaktım.

Uzaklarda daha hafif çığlıklar duydum. Dışarı çıkmam gerektiğini biliyordum.

Hastane elbisemle kusmuğumu sildim ve tekrar sırt çantama süründüm. Gizli silahımı bulamamış olmalarını umdum. Ön cebi açtım ve en alta ulaştım, parmaklarım kumaşı kazıdı. Tabii ki oradaydılar, çantadaki dikişlerle aynı hizada olduklarından fark edilmeleri çok zordu. Bunlar kilitleri açmak için kullandığım özel çubuklardı. Size söylemiştim, ben kötü bir çocuğum.

Kapıya yaslandım ve dinledim. Ayak seslerinin yaklaştığını duyabiliyordum. Ama geldikleri anda diğer yöne doğru kayboldular. Hızlı çalışmam gerektiğini biliyordum. Kapı kulbunu bir elimle kavradım ve diğeriyle kilidi kurcaladım. Açmak şaşırtıcı şekilde basitti.

Kulbu tutarak kendimi yukarı çektim. Artık dengemi kurabilirdim. Kapıyı yavaşça açtım, ufak bir ses çıktı sadece.

Bir palyaço hemşiresi geçti. Kalbim neredeyse duracaktı. Ama ayak sesleri yavaşlamadı ya da değişmedi ve kısa süre içinde kayboldu. Beni fark etmemişti.

Başımı kapıdan dışarı çıkardım. Her iki yönde de sanki sonsuz beyaz koridorlar uzanıyordu. Uzaktaki çığlıklar artık her yerden daha yüksek sesle geliyordu.

Derin bir nefes alarak koridora adım attım ve arkamdaki kapıyı kapattım. Sağ tarafa gitmeye karar verdim. Bir sürü benimkine benzeyen kapı vardı, onların yanından geçerken her birinin arkasından gelen çığlıkları ve hıçkırıkları duydum. Aniden bir kapının önünde durdum. İçeride bir çocuk ağlıyordu. Onu çıkarabilme umudyla kapı kolunu oynattım. Kilitliydi.

Koridorda hiçbir hemşirenin gelmediğinden emin olmak için her birkaç saniyede bir arkama bakmaya devam ettim. Sonra bir dizi beyaz çift kapıyı geçtim. Bir anlığına durdum.

Her iki kapının genişliği boyunca ince ve uzun harflerle “Oyun Yeri” yazılmıştı. İçeriden daha fazla çığlık geliyordu. Birden fazla insanın çığlıkları. Ve palyaço hemşirelerin deli ve tiz kahkahaları. Titredim. İçeride ne tür bir işkence olduğunu bilmekten korkuyordum. Ve hareket etmeye devam etmem gerektiğini biliyordum.

İleride üzerinde merdiven sembolü olan bir kapı gördüm. Oraya yöneldim.

Kapıyı açtığımda arkama baktım ve Oyun Yeri odasından çıkan iki palyaço hemşiresi gördüm. Beyaz hemşire kıyafetleri kan izleriyle kaplıydı. Beni fark etmediklerini umarak çabucak merdiven boşluğuna girdim.

Merdiven boşluğu, loş ışıklı, çimento duvarlar ve paslı korkuluklardan oluşan bir yerdi. Az önce kapadığım kapıya baktım. Üzerinde kırmızı renkle yazılmış 5 rakamı vardı. Beşinci katta olmalıydım. Zemine inmem gerekiyordu.

Merdivenlerden inmeye başladığımda her adımım yankılanıyordu. Çığlıklar, aynı duvardaki borulardan çıkan derin uğultu sesi gibiydi, artık onları duyamıyordum. Bu, tüm yaşadıklarımdan sonra bir soluklanma gibi gelmişti bana.

Sonunda “1” numaralı kapıya geldim. Merdiven birkaç kat daha aşağıya gidyordu ama benim inmeye niyetim yoktu. Orada durdum ve yavaşça kapıdan içeri baktım. Daha fazla beyaz koridor vardı ve etrafta hemşire yoktu.

Kapıdan içeri girdim ve koridora çıktım. Bu kattan çığlık gelmediğini fark ettim. Sadece yukarıdaki floresan lambanın vızıltısı vardı.

Koridorun sonunda yine çifte bir kapı gördüm. Kapının üzerinde ilk yardım çantalarında gördüklerinize benzer kırmızı bir çarpı işareti vardı. Kulağımı kapıya dayadım. Tek duyduğum yavaş ve ritmik bir nabızdı. Ve hafifçe, bir bip sesi… Bir hastane odasında duyacağınız gibi.

Kapıyı açmamam gerektiğini biliyordum. Burası çıkış değildi, aramaya devam etmem gerekiyordu.

Ama görmek zorundaydım.

Kolu çevirdim. Kilitli değildi. İçeri baktım.

Mağara gibi boğuk beyaz bir odaydı. Floresan ışıklar titredi ve vızıldadı. Her yerden teller sarkıyordu.

Ve tavanda… sıra halinde… çocuklar asılıydı. Benim gibi hastane önlüklü çocuklar. Tavana sabitlenmiş tahta haçlara bağlanmışlardı. Tam anlamıyla çarmıha gerilmişlerdi.

Sessizdiler. Başları öne düşmüştü.  Gözleri ya kapalıydı ya da boşluğa bakıyorlardı. Bazıları biraz seğiriyor gibiydi ama çoğu hareketsizdi. Haçlar hafifçe ileri geri sallandı.

Ve o teller. Aslında onlar tel değildi. Çocukların bileklerine bağlı damar tüpleriydi. Onların kanlarını emiyordu. Neredeyse kusuyordum.

Odanın tam ortasında, asılı haçların arasında ritmik darbe sesinin nereden geldiğini görebiliyordum. Çocukların bileklerinden sarkan tüm karışık tüplerden kan toplayan büyük bir çelik silindir.

Ağzımı açmıştım. Çığlık atmak için mi yoksa öfkeyle bağırmak için mi?

Söyleyebildiğim tek şey “Bu da neyin nesi?” oldu.

İşte tam o anda alarmlar çalmaya başladı. Yüksek sesli polis sirenleri gibi. Kaybolduğumu fark etmiş olmalıydılar.

Kapıları kapattım ve kimsenin gelip gelmediğini görmek için koridora çılgınca baktım. Henüz bir şey yoktu. Merdiven boşluğuna doğru koştum.

Merdiven boşluğuna girer girmez kahkahalar duydum. Duvarlarda yankılanıyordu. Palyaço hemşireler geliyordu.

Olabildiğince hızlı bir şekilde merdivenlerden indim. Bodrum katına gelmeden önce üç kat daha aşağıya inmiş olmalıydım. Kendimi karanlık, kanalizasyona benzer bir koridorda koşarken buldum, her on metrede bir küçük ampuller vardı. Burnuma çürümüş et kokusu geliyor ve her adımımda daha da keskinleşiyordu.

Kahkahalar arkamda devam etti. Arkaya doğru baktım ve bir grubun peşimden koştuğunu gördüm. Işıktan geçerken görünür oluyorlar ve karanlıkla beraber yeniden siluetlere dönüşüyorlardı. Gülümseyen korkunç yüzleri, pırıl pırıl neşterleri ve sivri iğneleri paniğimi iyice yükseltmişti.

Yığılmış ve çürüyen cesetlerle dolu raflardan geçtim. Ama duramadım. Kaçmaktan başka bir şey düşünemedim.

Köşeyi döndüm ve kendimi duvarda sabitlenmiş bir merdivenin metal basamaklarına bakarken buldum. Kafamı tavana vuruncaya kadar tırmandım. Altımdaki gölgeler ve kahkahalar yaklaştı. Ayak sesleri yavaşladı. Yakınlardı ve biliyorlardı.

Üstümdeki tavanı ittim, yukarı doğru kaldırıldım ve nefes nefese çığlık attım. Palyaçolar altımdaydı, gülüyor ve neşterlerini sallıyorlardı. Aniden canım yandı, bir şey bacağımı kesmişti. Çığlık attım ve son kez ittim.

Tavan, yukarıdaki asfalt üzerine yerleştirilmiş bir rögar kapağı olmalıydı. İttiğim platform hareket edince üzerimde daire şeklinde bir alan açıldı. Dışarı çıktım ve kapağı deliğin üzerine çılgınca geri ittim. Aşağıdaki palyaço hemşirelerin kahkahalarını engellemiştim.

Nefesimi tutarken birkaç dakika boyunca rögar kapağının üstünde durdum. Yağmur damlaları tenime düştü. Üzerimdeki çalkantılı gökyüzü hoş bir gece manzarası oluşturmuştu.

Etrafa bakındım. Terk edilmiş binalar ve kırık camlar vardı. Işık yoktu, araba yoktu. Aslında hiç yaşam belirtisi yoktu.

Uzakta bir yerlerde bir polis sireni sesi geliyordu. Sonra sessizlik çöktü. Ayaklarımın üzerinde durdum. Bacağımdaki acıyı yeniden hissettim. Palyaço hemşirelerden biri bileğime kesik atmıştı. Piçler.

Elimden gelenin en iyisini yaparak yürümeye başladım.

Bağırdım. “Merhaba!”. Tek cevap, uzaktan gelen bir gök gürültüsüydü. “Lütfen biri yardım etsin!!!”

Ayağım yumuşak bir şeye çarptı. Aşağı baktım, bu bir gazeteydi. Onu yapışmış olduğu ıslak asfalttan kurtardım. Mürekkebin çoğu solmuştu ancak tarihi okuyabiliyordum: 13 Temmuz 1992.

Gazeteyi yere attım, karnımda buz gibi bir dehşet hissediyordum. Yürümeye devam ettim.

“Beni duyan var mı?” Çığlık attım. “LÜTFEN! Biri ….. lütfen ….”

Sesim boşlukta yankılanıyordu sanki. Bir anlığına durdum. Yağmur ince hastane elbisemi ıslatmıştı. Rüzgar estikçe titriyordum.

Sonra uzakta bir ışık gördüm. Yüksekte duran, koca sarı bir “M” harfi. Tabii ya, McDonald’s’ın logosuydu bu. Oraya doğru ilerledim.

Oraya vardığımda, ışıklı “M” harfi dışında binanın geri kalanının tamamen karanlık olduğunu gördüm. Dikkatli bir şekilde kırık camlara doğru yürüdüm ve içeri baktım. Kapkaranlıktı.

Döndüm ve çocukların oyun alanını inceledim. Çocukların sürünmesi için on metrelik renkli tüp kaydıraklar vardı. Banklardan birinde tanıdık bir figür oturuyordu. Ronald McDonald’ın heykeli. Bilirsiniz, yanına oturabileceğiniz ve siz oturduğunuzda sanki kolunu omzunuza atmış gibi duran heykelden. Onu her çocuk görmüştür. Heykel artık beni ürkütmeye yetiyordu.

Kapılar kilitli değildi. Yağmurdan korunmak için içeri girdim. Sessizlik ve karanlıktan başka bir şey yoktu.

Dekorun modern McDonalds restoranlarındakiler gibi olmadığını fark ettim. Beyaz plastik kabinleri ve sarı-kırmızı fayansları ile hala 80’lerdeki gibiydi. Rüzgar kırık camlarda fısıldıyordu.

Ön tezgâhta bir şey fark etmiştim, siyah dikdörtgen bir cihaz. Oraya yaklaştım. Bu bir dizüstü bilgisayardı. Neredeyse yepyeniydi. Bu oldukça garipti ancak çılgın gibi bir kahkaha attım. Ne yapmam gerektiğini biliyordum.

Dizüstü bilgisayarı dışarı çıkardım ve Ronald heykelinin yanına oturdum. Bilgisayarı açtım ve size anlattığım hikayeyi yazmaya başladım. Yağmur tuşlara düşüyordu ama umrumda değildi. Yapacak başka bir şey kalmamıştı.

Ama bir saniye.

Gözümün köşesinden görebildiğim kadarıya Ronald şimdi omzumun üzerinden yazdıklarıma bakmaya çalışıyor.

Şu an gülüyor.

Tek yapabileceğim şey ona katılmak.

Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri tarafıma aittir.

YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: