Otuz yıl boyunca kolluk kuvvetlerinde çalıştım; bu çocukluğumdan beri benim hayalimdi. O otuz yılın on beş senesi boyunca cinayet masası dedektifi olarak görev aldım. Anlayamayacağınız şeyler gördüm; dünya gerçekten berbat bir yer. Aklımı yitirmememi sağlayan iki şey var: Eşim Raven ve oğlum Hunter. Bir yıl önce, bu karanlıktan kaçtığımı düşünmüştüm; ama şimdi o karanlığın evimi doldurmuş olmasından korkuyorum.
Eşim ve ben, on yıl önce inşa ettiğimiz iki katlı evimizde oturuyoruz. Şehrin karmaşasından uzakta yaşıyoruz. En yakın komşumuz olan oğlum Hunter ve onun ailesi ise yolun yaklaşık 1 mil altında yaşıyorlar. Yalnızlık içinde yaşamaktan keyif alıyoruz. Ben ve Raven, Alman kurdumuz Bay Morris’i alıp düzenli olarak ormanda yürüyüş yapmayı ve balık avına çıkmayı seviyoruz. İnsanlığın dehşetini asla unutmayacak olsam da sonunda kendimle ve dünyayla barışık olduğumu hissediyorum. Yaşlı bir insanın bunu istemesi çok mu fazla sizce?
O güne her zaman olduğu gibi başlamıştım. Bir fincan kahve içtim, yıpranmış spor ayakkabılarımı giydim ve Bay Morris’i saat sabah altıda yürüyüşe çıkardım. Sınıf öğretmeni olan eşim çok erkenden yola çıkmıştı. Güneş ufkun üstüne yükselirken ince kar tabakasını turuncu ışığıyla yıkıyordu. Bay Morris önümde koştu ve genellikle balık avladığımız gölette durdu. Göletin diğer ucuna bakarak havlamaya başladı.
“Bay Morris! Herkesi uyandırmadan önce dırdır etmeyi bırak!”
Onun yanında durdum ve siyah su yüzeyinin karşısına baktım. Ya gözlerim bana oyun oynuyordu ya da göletin diğer tarafında biri vardı. Hava kendimden emin olamayacak kadar karanlıktı ve karşı kıyıya yeniden göz atmadan önce gözümü ovuşturdum. Hiçbir şey yoktu. Bay Morris birkaç saniye daha havlamaya devam etti, sonraysa bir sincap dikkatini çekti. Dikkati kolay kolay dağılan biri değilimdir. Yol boyunca ağaçları incelemeye devam ettim. Bir şey yoktu. Bu belli belirsiz harekete büyük ihtimalle bir hayvan sebep olmuştu. Boş verip Bay Morris ile yürüyüşümüze olaysız devam ettik.
Eve geldiğimde televizyonda haberleri açtım. Yanıma kahvaltı için bacon, yumurta ve peynirli kruvasan alıp oturdum. Bay Morris, kabına koyduğum taze mamayı yalayıp yuttu. Kruvasanımdan bir ısırık aldım ve televizyona odaklandım. Haber spikeri, bu bölgede yaşayan bir kadının kayboluşunu tartışıyordu, Denise Lawson. Onu daha önce de görmüştüm; zavallı kadın iki haftadan beri kayıptı. Kadın daha gençti; yirmi üç yaşındaydı. Uzun, kızıl saçları ve yeşil gözleri vardı. O hafta üçüncü kez kendimi, kariyerimin en karanlık kısımlarından birini hatırlarken buldum.
Kaybolmalar yaklaşık on yıl önce başlamıştı. Yirmi bir ile yirmi dört yaş arası altı kız, yaklaşık iki yıl boyunca gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Onların isimlerini asla unutmayacağım: Patricia Bledsoe, Karen Whittaker, Julia Voss, Jamie Calloway, Nia Justice ve Felicia Smith. Hepsinin ortak iki noktası vardı: Kızıl saç ve yeşil gözler. Sadece ikisinin kısmi kalıntıları bulunmuştu. Herhangi bir adli kanıt ve yeni ipucu yoktu. Birisi, kızlardan birini kaybolduğu gece bir adamla gördüğünü iddia etmişti. Kızları kaçıran hastalıklı pisliği tanımlamaya en çok yaklaştığımız nokta buydu ancak bir şey elde edememiştik. Sonrasında da ilerleme kaydedilememişti. Bu dava benim için biraz kişiseldi, çünkü Patricia Bledsoe eşimin yeğeniydi. Onu küçüklüğünden beri tanıyordum.
Kruvasanı tabağa koydum. Aniden iştahımı kaybetmiştim. Tabağı masaya bırakıp kalktım. Aklımı meşgul etmeyi denemek için bilgisayara yönelip online solitaire oynamaya başladım. Birkaç saat sonra bir çağrı aldım. Şaşırmıştım. Arayan polis karakolundaki memurlardan biriydi. Emekli olduğumdan beri ondan pek haber almamıştım.
“Barry?”
“Selam Detektif Vincent, ben Barry.”
Sesi gergin geliyordu.
“Biliyorum, evlat. Bana artık dedektif demek zorunda değilsin, sadece Dario diyebilirsin. Nasılsın dostum?”
Barry duraksadı. “İyiyim Detek- Dario. Efendim, konu eşinizle alakalı.”
İçimde bir şeylerin tuhaflaştığını hissedebildim, Patricia’nın ortadan kaybolmasını ilk duyduğumda olduğu gibi. “Eşim nerede, Barry?”
“Efendim… eşinizi sorgulamak için getirdik. O, Denise Lawson ve Tatiana Graves’in kaybolmasının şüphelisi.”
Polis karakoluna olabildiğince hızlı gittim. Oraya vardığımda uzun yıllardır tanıdığım ve birlikte çalıştığım Yüzbaşı Erik Llloyd tarafından karşılandım.
“Erik, ne halt ediyorsun? Hiç alakası olmadığını ikimizin de bal gibi bildiği bir konuyla alakalı eşimi buraya getirmek de neyin nesi?”
Diğer üç memur öne çıktı ama Erik elini sallayıp onları durdurdu. Traşlı yüzü olan uzun ve yorgun bir adamdı. Cevap vermeden önce gözlerimin içine baktı.
“Dario bak, biliyorsun sana ve Raven’a büyük saygım var. Tanrı aşkına, düğünüme bile geldiniz. Ama işimi yapmak zorundayım, ne olursa olsun. Bunu anlayacağına eminim.”
Küplere binmiştim. “Karımın bu olayların herhangi birine karıştığını düşünmenize sebep ne? Evimde bir suçlu yaşasaydı, bunu bilmeyeceğimi mi sanıyorsunuz?”
Erik’in gözlerinde bir parıltı vardı ve ne diyeceğini zaten biliyordum. “Bilmiyorum, dedektif. Hafızam beni yanıltmıyorsa, oğlunuz sizinle birlikte yaşarken kundakçılık yapmıştı.”
“Sen… Bunu söylemeye nasıl cüret edersin!”
Erik iç çekti. “Bak, birazcık bekle. Eşin dışarı çıkacak, tamam mı? Ama uyarıma dikkat et. Soruşturmamıza müdahale etme. Sana saygı duysam da artık güç sende değil.”
Neredeyse on dakika boyunca dışarıda gelişigüzel lanetler okudum. Sonunda, Raven bana yaklaşırken onu fark etmedim bile.
“Hayatım.”
“Raven, iyi misin?” Onu kollarıma aldım, geri çekilip dikkatlice inceledim. 54 yaşındaki bir kadın için harika gözüküyordu. Sarı saçları omzuna düşüyordu, kalp şeklindeki yüzü onunla yıllar önce tanıştığımdaki gibi hayat doluydu.
“Evet ihtiyar, ben iyiyim. Haydi, eve gidelim. Gabriel’i görmek istiyorum.”
Eşimi polis karakolundan çıkartırken memurların gözlerinin bizim üstümüzde olduğunu hissedebiliyordum. Eşim karakola polislerle geldiği için arabası okulda kalmıştı. Ertesi gün onu okula bıraktıktan sonra arabasını almasına karar verdik ve oğlumun evine doğru yola koyulduk. Sonra elbette, konuşma döndü dolaştı, niçin onun polis merkezine götürüldüğüne geldi.
“Erik beni karakola getirtti çünkü… bunu söylemek içimi acıtıyor. Görünüşe göre ben, Tatiana Graves kaybolmadan önce onunla görülen son insanlardan biriydim.”
“O da kim? Bana daha önce o ismi taşıyan bir arkadaşından bahsetmedin.”
Raven içini çekti ve yolcu penceresinden dışarı baktı. “Tatiana eski öğrencimdi. Birkaç yıl önce mezun oldu. Birkaç gece önce Mariam’la içerken onunla karşılaştım. İyi zaman geçirdik, canını sıkan bir durum yok gibiydi.”
Dişlerimi sıkarak mırıldandım. “Mutluluk her zaman Erik’i tetiklemiştir. Onunla tekrar karşılaştığımızda haddini bildireceğimden emin olabilirsin.”
“Hayır Dario, sakın. Erik sadece işini yapıyordu. O ve diğer memurlar sorgulama sırasında oldukça kibardı.”
Bu durum beni oldukça rahatsız etmişti ama eşimin iyi olduğunu görmek mutluluk vericiydi. Oğlumuzun evine doğru yola koyulduk. Eşi Ellie ve üç yaşındaki oğlu Gabriel bizi kapıda karşıladı. Hunter hala işteydi ama Ellie bizi ağırladı. Yaklaşık bir saat sonra Bay Morris’i kontrol etmek istedim. Ellie, Hunter işten döndükten sonra Raven’ı eve bırakmak için gönüllü oldu, bu yüzden eve yalnız döndüm.
Bay Morris beni bahçede bekliyordu. Onu görür görmez kulaklarının arkasını kaşıdım. Sonrasında birlikte eve girdik. Merakım ve zaman öldürme isteğim gözlerimi bilgisayara çevirmeme sebep oldu. Emekli olmama rağmen bu davayı çözmek için şahsi bir yükümlülük hissettim. Uzun zaman önce kendime yemin etmiştim, o şerefsizi yakalayacaktım.
İnternette Tatiana Graves’in adını arattım. Fotoğrafı karşıma çıkınca gerçekten çok şaşırdım. Patricia’ya can sıkıcı şekilde çok benziyordu, tıpkı kendisinden önce kaybolanlar gibi. Ona çok uzun süre bakmak canımı acıtınca kayboluşu hakkında daha fazla bilgi okumak için sayfayı aşağı kaydırdım. Yirmi bir yaşındaydı, eşimin üç yıl önce çalıştığı okuldan mezun olmuştu. Onun hakkında başka hiçbir şey bilinmiyordu. Hobileri veya mesleği hakkında söylenen herhangi bir şey yoktu.
Belki birileri derinlemesine bilgiler paylaşmıştır diye yorum kısmını inceledim. Gördüğüm ilk yorum şuydı: Fahişe, hak ettiğini buldu.
Sonraki iki yorum ailesi için dilek ve dualardan oluşuyordu. Başka bir kadın ondan yollu olarak bahsetmişti, onu erkek arayan kadınlardan biri olarak betimlemişti. Bu yorumları yapan kadınlar ya iğrenç trollerdi ya da Tatiana kendisine kötü bir ün yapmıştı. Bu bokla işim bitmişti. Biraz yürümek için dışarı çıktım.
Gölet yolundaki her ağacın altında işemek için duran Bay Morris’in arkasından yorgun argın yürürken daha önce gördüğüm garip hareketlenmeyi hatırladım ve araştırmaya karar verdim. Göletin diğer tarafına doğru yol aldım.
Ayak izleri aramaya niyetlendim ancak ince kar tabakası çoktan erimişti. Yine de bölgeyi araştırdım ve hızlı bir sonuca vardım. Birisi kesinlikle buradaydı. Muhtemelen çöp torbasından gelen siyah bir plastik parçası bir dala takılmıştı. Ne güneş rengini soldurmuştu ne de uzun süredir oradaymış gibi kirli değildi. Uzandım ve ona merakla dokundum, sonra etrafıma baktım. Bay Morris yerde yatıyor ve bir şey çiğniyordu.
‘’Hey, tükür onu çabuk!”
Bay Morris bana suçlu bir şekilde baktı. Ağzında altın gibi parlayan bir şey gördüm. Diz çöküp güvensizlikle baktım. Bu bir bilezikti.
‘’Bu da ne?’’ Onu daha önce görmemiştim. Bilezik kesinlikle Raven’ın değildi. Bölgeyi daha fazla araştırdım fakat sıra dışı bir şey bulamadım. Daha da içlere doğru ilerlemeye karar verdim. Birisi buraya izinsiz girdiyse yanlış günü seçmişti. Tabancam her zamanki gibi belimdeki kılıfın içindeydi. Bay Morris ile ilerlerken bir elim silahın üzerindeydi.
Uzun zamandır göletin bu tarafında bulunmamıştım. Burası yoğun ormanlıktı. Buraya gelmek için bir sebebim olmamıştı. Sadece çok eskiden Hunter için uğramıştık. Oğlum küçüklüğünde piromani hastalığı evresinden geçerken hiç durmadan eline ne alırsa yakıyordu. Bu hastalıktan günler önce ise oğlum altı yaşındayken ormandaki bu alanda seçtiği bir ağaca ağaç ev inşa etmiştik. O eski ağaç ev şimdi, hala bir şekilde karşımda tek parça halde duruyordu. Bir zamanlar kullandığı çürük merdivense tamamen başka bir hikâyeydi.
Durdum, önümdeki manzarayı incelerken nefes alışverişim hızlandı. Yerdeki ot ve toprakta merdivenin uzun süredir yerde yattığını gösteren bir iz oluşmuştu. Ancak şimdi o eski merdiven ağaca dayanmış şekilde duruyordu. Ağaç evin olduğu ağaca. Soğuk havayla hiçbir ilgisi olmayan bir ürperti hissettim. Önce bileziğe sonra ağaç eve baktım. Anlaşılan birileri yakın zamanda oraya tırmanmıştı ve hala orada olduklarından şüphelenmiştim.
Ben yavaşça merdivene yaklaşırken Bay Morris oturur pozisyonda beni izledi. Elimi basamağa koyup yukarıdaki eve baktım. ‘’Ben Dario Vincent. Oradaysan mülküme izinsiz girdin! Şimdi dışarıya çıkarsan yetkililere haber vermeyeceğim.’’
Sessizlik dışında bir şey yoktu. Rüzgâr ceketimi ve şapkamı titretti. Herhangi bir hareket görmek için gözlerimi ağaç evin küçük pencerelerinde gezdirdim. Hiçbir hareket yoktu.
‘’Tamam! Eğer çıkmayacaksan seni gelip kendim almam gerekecek.’’
Bir ayağımı ahşap basamağa koymamla birlikte merdiven aniden sallandı. Geçen gün çizburger yediğime pişman olmuştum. Basamakları tırmandıkça merdiven daha da fazla sallanıyordu. Tırmanırken bileziği sıkı sıkı tutuyordum, bu olayı çözmeye kararlıydım. Ağaç evin içinde her kim varsa bu olayların bir parçası olma ihtimali yüksekti. Tanıdık, pis bir koku birden burun deliklerime girdi. Tam merdivenin tepesine gelmiştim ki koku sebebiyle aniden durdum. İçeriden geliyordu. İrkilmiştim. Aklımdan düşünceler geçiyordu. Yoksa…yo, bu olamazdı.
Elimi son basamağın üzerine koydum ve…
Çok yakınımda bir silah sesi patladı. En şiddeti fırtınanın gök gürültüsünden bile berbattı.
Ürkütücü sesten dolayı dengemi kaybettim ve bu antik zamanlardan kalmış gibi duran merdivenin tepesinden yere devrildiğimi hissettim. Dünya aniden ters döndü, sonrasında her şey tamamen kayboldu.
Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Kutay Dolupınar’a aittir.
YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube
Bir Cevap Yazın