Arkadaşlarım John, Steve ve Max ile olan seyahatimiz Şubat ayının sonunda başladı. Yılın bu zamanları balık tutmak için idealdir. Biz de bu sebeple her sene farklı yerlerde balık avına çıkarız. O yıl kışları hayli sert geçen Colorado’yu seçmiştik. Kamyonumu Boxwood Vadisi korusunun içine doğru Güney Platte Nehri’nin kuzey kolunu takip ederek sürdüm. Steve’in kırda kiraladığı bir kulübesi vardı. Kamyonumu orada bıraktık ve ormanlık bölgeye doğru nehri takip ederek elli yedi millik(doksan bir kilometrelik) yürüyüşümüze başladık.
Kamp ve balık tutma için gerekli eşyalarla birlikte üç günlük yolculuğumuza yeteceğini umduğumuz yiyeceği yanımıza aldık. Yuvalarına vardığımızda doğum öncesi dönemdeki levrekleri yakalamak kolay olmayacaktı ancak acımasız soğuğa dayanmaya karar vermiştik bir kere, eve savaşmadan dönmeyecektik. Sabah erkenden yola çıkmıştık, birkaç kar tanesi düşmeye başlamıştı. Bu bölgenin yoğun derecede ağaçlık ve engebeli olması yavaş gitmemize sebep oluyordu. Kuşlar cıvıldıyor, serin dağ havası ağaçları hışırdatıyor ve güneş ışığı kar tanelerini parıldatıyordu. Bu seyahat muhteşem olacaktı.
Birkaç saat içinde kısa molalar verdik. Yola çıktığımızdan beri hava yavaş yavaş kötüleşiyordu fakat ne kadar berbat bir şeye dönüşebileceğini daha sonra fark ettik. Rüzgâr uğuldarken gözleri kör eden kar yağışı bizi arkamızdan kamçılıyordu. Eğri büğrü, paramparça olmuş ağaçlar sesli şekilde çatırdadı ve sallandı. Neredeyse ikiye bölüneceklerdi. Yerde çoktan on beş santimetre kar birikmişti.
Gün ortasındaydık ama gökyüzü karanlıktı. Şiddetli fırtına sebebiyle karanlık olmasını kastetmiyorum. İki bulut arasında mavi değil, salt siyah vardı.
Kalın kar tabakası ve sınırlı görüş alanı sebebiyle gökyüzüne dikkat etmemiz zordu. Biraz daha yürüdükten sonra bir şeylerin ters gittiğini düşünmeye başladık.
Gökyüzünün tuhaflığı bir kenara, etrafta da hiçbir şey yoktu.
Yürümeye başladığımızda çevrede dağlar ve tepeler vardı ancak şimdi nereye dönersek dönelim sadece elli adım ötemizi görebiliyorduk. Sonra her şey kar fırtınasında kayboluyordu.
Sanki gece saatleriydi. En azından dışarısı karanlıktı ama saatim öğlen ikiyi gösteriyordu.
Dümdüz yürüyorduk. Görüşümüze yeni şeyler giriyor olsa da arkamızdaki her şey kayboluyordu. İleriye gidebiliyor olmamıza rağmen geri dönemiyorduk. Bir şeyi gerimizde bırakmışsak, ona yeniden ulaşamıyorduk. Steve çakmağını yemek molası için durduğumuz yerde unutmuştu. Geri dönüp almayı denediğimizde ise kardan bir duvar ve ilerisini görmemizin imkânsız olduğu bir sis tarafından karşılanıyorduk.
El fenerimizin ışıkları sise nüfuz etmiyordu, sanki duvara çarpıyorlardı. Gri bir boşluğun içinde sonsuza kadar kayboluyorlardı.
Merakına yenik düşen Steve elini yavaşça sisin içine uzattı. Önce parmak uçları, sonra da bütün eli sisin içinde kayboluverdi. Görebildiğimiz kadarıyla oldukça yüksek ve geniş olan sis duvarına inanamayarak bakıyorduk. Önümüzde net bir çizgi vardı ve ondan sonrası kesinlikle görünmüyordu. Hepimiz bunlara odaklanmışken Steve’in bir şeyler mırıldandığını işittik.
‘’Bu da ne?’’ dedim.
Steve kekeledi. ‘’Ben… ben elimi hissetmiyorum.”
Elini ağır ağır geri çekti ve ardından acı dolu bir çığlık attı.
Eldiveni paramparça olmuştu, neredeyse dağılmıştı. Sanki eline bir odun parçasıyla vurulmuş gibiydi. Derin yaraların altından kemikleri gözüküyordu ve geriye kalan parmaklarındaki deriler soyulmuştu. Hepimiz paniklemiştik.
Max şok olmuştu. ‘’Aman tanrım! Bu çok kötü!‘’.
Steve elinden geriye kalanları sıkıca tutuyor ve hızlı hızlı nefes alıyordu. Onu hastaneye götürmezsek kan kaybından öleceği kesindi ama Steve’in kulübesinden neredeyse bir günlük yürüme mesafesi uzaktaydık. Daha beteri başımıza gelmeden hemen önce hepimiz telefonlarımız çekiyor mu diye kontrol ediyorduk.
Steve ise bayılmak üzereydi. Gözleri kapandı, bacakları büküldü ve sisin içine düştü.
Steve’in başına geleni geç fark etmiştik. Ona baktığımızda bacaklarının sisin dışında kaldığını görebiliyorduk. Hiç düşünmeden aceleyle onu geri çekmeye karar verdik. Bacaklarını yakaladık ve onu görüş alanımıza sürükledik. Ve bunu yaptığımıza pişman olduk.
Çektiğimiz şey artık Steve değildi.
Bütün derisi yüzülmüş, göğüs kafesi açılmış ve bağırsakları etrafa saçılmıştı. Yüzüyse aklımdan hiç çıkmayacaktı. Bunun sebebi dehşet verici biçimde parçalanmış olması veya gözlerinin oyulup geriye boş çukurlar bırakması değildi. O yüz zihnimden yok olamazdı çünkü bana gülüyordu. Bu küçük bir gülümseme değildi, bir kulaktan diğer kulağa uzanan derin kesik sebebiyle tüm yüze yayılmıştı. Kocamandı.
Max bağırdı ve Steve’in paramparça olmuş vücudunu sise doğru itti. Koşabildiğimiz kadar hızlı koştuk, gidebileceğimiz tek yer ormanın derinlikleriydi. Bizden önce de kar ve sis vardı ancak arkamızdaki her şey onlar tarafından yutuluyordu. Koşmaya devam ettikçe arkamızdaki manzara yavaşça değişmeye başladı. Kurumuş ağaçlar etrafımızı sarmıştı ve çimler düzleşip beyaza dönmüştü.
Etrafımızdaki her şey cansız ve donuktu. Geride yalnızca gri renk kalmıştı. Yalnızlık ve ölüm hissi geçen her dakika şiddetleniyordu.
‘’Beyler!’’. Koşarken bağırmıştım çünkü durarak bir dakika bile kaybedemezdik. “Mevcut durumda sisin içinden geçip geri dönemeyiz ama belki de Steve’in kulübesine bir daire çizerek ulaşabiliriz. Sonra da kamyona atlayıp bu lanet yerden kurtuluruz.’’
John ve Max başıyla onayladı ve doksan derece sağa dönerek koşmaya devam ettik. Biraz ilerleyince bir geyik sürüsüyle karşılaştık. Görüntü korkunçtu. Hepsi yerde uzanıyorlardı, ölmüşlerdi. Grilik ve cansızlık burada da vardı. Kan, kar örtüsünün altına doğru akıyordu.
Ölü geyiklerin arasından koşmaya devam ettik. Onların cansız gözlerinin bizi izlediğini düşünmeden ilerlemek oldukça zordu. Cesaretimizi toplayarak doğruca Steve’in kulübesinin istikametine doğru koşturuyorduk.
En az bir saat daha koştuk, artık hiçbirimizin hareket edecek hali kalmamıştı. Vücutlarımız koşmamıza müsaade etmediğinden durmak zorunda kaldık. Biraz zaman geçti, kara ve rutubetli havaya rağmen Max, John ve ben ateş yakmayı başardık. Bunun bize biraz sıcaklık ve güvenlik sağlayacağını ummuştuk fakat yanılmıştık. Parlak turuncu renkteki alevler gri dünyaya renk veremiyordu.
Çatırdayan alevlerin yanında uzaktan gelen kısık bir ses duyduk. Yaklaşıyor ve şiddetleniyordu. Zamanla seslerin sayısı da artmıştı. Tüyler ürpertici feryatlar etrafımızdaki durgun havayı dolduruyordu.
Güvendeymiş gibi hissetmek ve ateşe odaklanmak bizi hipnotize ettiğinden parçalanmış geyik leşlerinin sisin dışına fırlatıldığını çok geç fark etmiştik.
Sonunda transtan kurtulup kendimize geldik. Sisten fırlatılan çok sayıda hayvan parçası sanki ateşin ışığı tarafından bir mıknatıs gibi bizim tarafa doğru çekiliyordu. Korkudan felç olmuştum, nefes alamıyordum. Ölü hayvanların parçalanmış uzuvları, kuklaları andırır biçimde hareket ediyordu.
Arkadaşlarıma döndüğümde onların artık yanımda olmadığını gördüm. Beni arkada bırakmış kaçıyorlardı. Tam onların peşinden gidecekken bir şey beni omzumdan yakaladı. O an tüm vücudum buz gibi bir dehşetle doldu. Onun kim olduğunu bilmem için arkamı dönmeme gerek yoktu, tahmin edebiliyordum. Omzum sımsıkı tutulmuştu. Eli görebiliyordum, sanki bir odun parçasıyla ezilmiş gibiydi.
Ani bir hamleyle öne doğru atılıp kaçtım. Kendimi kurtarmayı başarmıştım. Arkama bakmadım çünkü arkadaşım Steve’in yüzündeki ifadeyi bir daha görmek istemiyordum.
John ve Max’i görmeyeli çok olmuştu, hala önümde olmalılardı. Fakat bir sorunumuz vardı. Kamyonun anahtarı bende, kulübenin anahtarı ise Steve’deydi. Eğer onlarla buluşamazsam güvende olamayacaklardı. Onlara yetişmem gerektiği için bir insanın koşabileceğinden daha hızlı koştum.
Ne kadar sürdüğünü tanrı bilir. Sonunda belli belirsiz bir yapı yağan karın ardından görüş alanıma girmişti. Burası Steve’in kulübesi olmalıydı. Feryatlar gecenin içinde yankılansa da içimde bir umut kırıntısı hissetmiştim. Etrafta kimse yoktu. Kulübeye John ve Max’ten önce gelmiş gibi görünüyordum.
Kamyona ulaştım, kilidi açtım ve içine atladım. Etrafa yeniden baktığımda Max ve John’u göremedim. Onları bırakıp gidemezdim ama sonsuza kadar da burada bekleyemezdim. Feryat sesleri yaklaşıyor ve şiddetleniyorken gerginlikten dolayı terliyor ve titriyordum. Tam bu berbat yeri terk etmeyi düşünürken birinin bana doğru koştuğunu gördüm. Max’e benziyordu. Kamyonu çalıştırınca Max daha hızlı koşmaya başladı.
Ama bir sebepten dolayı beynim solumdaki düğmeye basmamı ve bütün kapıları kilitlememi söylüyordu. Ben de öyle yaptım.
İçgüdülerim bir şeylerin yanlış olduğunu fısıldıyordu. Ellerim deli gibi titriyordu.
Arkama döndüğümde Max’in parçalanmış yüzünü gördüm. Bana bakıyordu. Dehşet doluydu. Sürücü camına vuruyor ve kapıyı açmaya çalışıyordu. Belki de en korkuncu Steve gibi gülüyor olmasıydı.
Panikle gaza basıp oradan uzaklaştım. Vücudumu kontrol edemiyor ve deli gibi titriyordum.
Hızla evime doğru sürdüm. Gökyüzü yavaşça aydınlanmaya başlamıştı ve maviye dönüyordu. Nihayet güneşi bulutların arasından görebildim. Saat sabah dokuzdu. Yolda diğer araçları görmeye başladım. Normal insanlar gibi içindekilerle selamlaşıyorduk. Evime vardım ve içeri girer girmez yaşadıklarımın duygusallığıyla kız arkadaşıma sarıldım. Yaşadığım dehşet dolu anlar geride kalmıştı.
Üzgünüm, son söylediklerim maalesef doğru değil.
Şu an evimde oturuyorum, kapıyı kilitledim ve barikatlar kurdum. Pencereler tahtalarla kapalı ve ben bu hikayeyi yazıyorum. Mavi gökyüzünün neye benzediğini güç bela hatırlıyorum, son zamanlarda sadece onu zihnimde hayal etmeye çalışıyorum. Sadece mutlu bir dünyayı düşünmeye ihtiyacım var, çünkü artık her şey berbat olmuş durumda.
Gerçek şu… O gün arabayı aceleyle evime sürdüğümde gökyüzü parlamıyor ve güneş yeniden doğmuyordu. Sis de hala etrafımı sarıyordu, şu an evimi sardığı gibi. Her yerden feryatlar duyuyorum, kapım sürekli çalıyor ve delikten baktığımda bana gülen şeyler görüyorum. Ölümün pis kokusu her yerde. Telefon çalışmıyor, radyo ve televizyon yayını da yok. Sadece statik ekran var. Geceleri kapımın kilidinin açıldığını duyuyorum ve onu sürekli takip edip yeniden kilitliyorum. Günün birinde, belki kapıyı kilitlemeyi unuttuğumda içeri girmelerini, pencereleri kırmalarını ya da gece uyandığımda onların yanımda olmalarını bekliyorum sadece. Onların gülümsemeleri yüzümün sadece birkaç santimetre uzağında.
Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Kutay Dolupınar’a aittir.
Bir Cevap Yazın