Saatlerdir Korkunç Bir Uçaktayım

Otuz saat önce, gece geç saatlerde New York’tan Los Angeles’a giden bir uçağa bindim. Uçağa bindikten sonra, bütün bir sıranın bana ait olduğunu gördüm. Kalkış olaysız geçti ve kısa bir süre sonra biraz kestirmek için bütün bir sıra boyunca uzandım.

Birkaç saat uyudum, ne kadar uyudum tam olarak bilmiyorum, şiddetli bir türbülans ile uyandım. Kabindeki ışıkların bir anlığına sönmüş olması mümkün ama o kadar kafam karışmıştı ki… söylemesi zordu.

Saatin kaç olduğunu görmek için telefonumu kontrol ettim, gece dördü üç geçiyordu. Havalandığımızdan beri yaklaşık bir saatin geçtiğini sanıyordum. Penceremden dışarı baktığımda, geniş açık okyanustan başka bir şey görmediğim için şok oldum. Çenem düştü; New York ile Los Angeles arasında kesinlikle bir okyanus yok.

Kabin memurunu çağırmak için düğmeye bastım ve sonraki birkaç dakikamı, gördüklerimi açıklayacak kadar büyük bir göl olup olmadığı hakkında kafa yorarak geçirdim. Kabin memuru ışığı kapattığında olduğum yerde zıpladım. Bir kulağından diğer kulağına kadar sırıtıyordu ve gözyaşları yanaklarından akıyordu.

“Size nasıl yardımcı olabilirim, efendim.” diye sordu.

Soracağım soruya karar vermeden önce, onun tepkisi üzerine bir an için donakaldım. “Neredeyiz? Neden okyanus üzerinde uçuyormuşuz gibi görünüyor?”

Gözyaşlarını temizlemek için yanaklarını sildi, hala çılgın gibi sırıtıyordu. “Yaklaşık bir saat sonra iniş yapacağız, efendim.”

“Uh, tamam, teşekkür ederim.” dedim.

O gittikten sonra telefonumdaki saati tekrar kontrol ettim. Gece 4:03 yazısı titreşerek parladı.

Saat değişmemişti.

Çağrı ışığım açıkken en az beş dakika beklemem gerekiyordu. Saatin hiç değişmemiş olması nasıl mümkün olmuştu?

Dizüstü bilgisayarımı açtım ve orada da 4:03 yazdığını gördüm. Telefonumu çıkardım, kronometre uygulamasını açtım ve sonraki iki saatimi saatler arasında gidip gelip, onların değişmelerini bekleyerek geçirdim.

Hiç değişmediler.

Önümdeki sırada oturan yaşlı bir kadının omzuna dokundum. Yüzünde kızgın bir ifadeyle arkaya baktı. “Evet?”

“İnmemiz ne kadar sürer biliyor musunuz?” dedim.

Gözlerini kıstı. “O kabin memuru yaklaşık bir saat sonra ineceğimizi söyledi.” dedi.

Kafamı şaşkınlıkla salladım. “Kabin memuru mu? Onunla neredeyse iki saat önce konuştum! Çoktan yere inmiş olmamız gerekiyordu.”

Bana deliymişim gibi baktı. Tam onu ikna etmeye çalışacaktım ki omzumda bir el hissettim. Arkamı döndüm, bu sefer de erkek kabin memuru bana sırıtıyor ve yanaklarından omzuma gözyaşları dökülüyordu.

“Efendim, sizden sakin olmanızı isteyeceğim. Yoksa kaptanı arayacağım.”

Ona bunun gerekli olmayacağını söyledim ve arkama yaslandım. O da elini çekti ve uzaklaştı.

Kabin memurları birkaç saatte bir yemek servis etmeye devam ettiler. Kronometrem ilerlemeye devam etti ve şimdi bana otuz saatten fazla bir süredir bu uçakta olduğumu söylüyordu.

Bütün ekonomi sınıfını araştırdım ve diğer yolculardan bazılarıyla konuşmaya çalıştım. Fakat hepsi bana yaklaşık bir saat içinde inmeyi beklediklerini söylediler.

Yaklaşık üç saat önce birinci sınıfa girmeyi denedim. Perdeyi geçmeyi başardım ama iki tane sırıtan kabin memuru bana eşlik etti. Kollarımı demir gibi güçlü şekilde tutuyorlardı.

“Efendim, emniyet kemeri işareti açık.” dedi biri. “Lütfen kemer tokanız takılı olarak koltuğunuzda kalın. Yaklaşık bir saat içinde iniş yapacağız.”

İş kıyafeti giymiş bir kadın koridordan aşağıya doğru giderken neredeyse umudumu yitirmiştim. Bana bakmadı ve yavaşlamadı fakat uçağın arkasındaki tuvaletlere doğru giderken bir parça kağıt düşürdü.

Onu açmadan önce etrafa bir göz attım.

“Sen de mi sıkıştın?” yazıyordu.

Bir kalem çıkarıp bir şey karaladım. “Evet, otuz saat oldu.”

Kağıt parçasını katladım ve onu koridorda yakınımda bir yere koydum. Tuvaletten çıktı ve yanımdan geçerken onu aldı.

Bunun üstünden yirmi dakika geçti. Nedenini bilmiyorum ama kabin memurları bizim konuştuğumuzu bilseydi, memnun kalacaklarını sanmıyorum. Ama önemli değil. Bir şeyler yapmam lazım.

İş kadını mesajımın yazdığı kağıt parçasını aldıktan birkaç saat sonra, koridordan geldi ve yanıma oturdu. Eğildi ve alçak bir seste konuşmaya çalıştı.

“Yani, sen de mi sıkıştın?” diye sordu.

Sesimi kısık tutarak “Evet. Bu arada adım Jack. Tanıştığımıza memnun oldum demek isterdim ama…” dedim.

Başını salladı. “Ben Mary. Yanılıyorsun; mesajını almak, geçtiğimiz gün içerisinde yaşadığım açık ara en iyi şeydi. Son bir buçuk günü, bunun içinde yalnız olduğumu düşünerek geçirdim.” Bir anlığına koridora bakmak için durakladı. Yeniden konuştuğunda, sesi artık fısıldama seviyesindeydi. “Jack, neler olduğuna dair bir teorin var mı?”

Yalan söylemeyi düşündüm fakat gerçeği söylemenin en iyisi olduğuna karar verdim. “Sanırım, ölmüş olabiliriz.”

Mary kafasını salladı. “Belki sadece ben veya sen olsaydık bunu anlayabilirdim. Eğer bu, cehenneme giden kozmik bir tren olsaydı, neden sadece ikimiz neler olduğunu anladık?”

“Hiçbir fikrim yok.”

Mary telefonun çıkardı ve bana verdi. 2014’te ortadan kaybolan, MH370 uçuşunu yapan uçak ile alakalı Wikipedia makalesini görüntüledi. Makaleyi dikkatlice okudum; neler yaşandığını açıklamaya çalışan düzinelerce teori vardı. Teoriler, vücuttaki oksijen seviyesinin düşmesinden, uzaylı saldırısına kadar uzanıyordu.

“Bize pek bir şey açıklamıyor.” dedim.

“Bunun daha önce yaşanmış olma olasılığından başka bir şey açıklamıyor.” dedi.

“Sen ne düşünüyorsun? Neler olup bittiğini neden başka birinin göremediğine dair herhangi bir teorin var mı? ”

Bunu konuştuk ve ortak noktamızın saat gece 4:03’te uykuya dalmış olduğumuz olduğunu fark ettik.

“Belki herkes kestiriyordu. Seni bilmem ama ben gayet rahat ve iyi uyudum.”

Kabin ışıkları söndü ve zemindeki bir düzine kırmızı acil durum ışığı yandı. Bu ışıklar, kabini kıpkırmızı bir hale getirdi. Hoparlör çatırdadı ve bir ses konuştu. “Yolcular, lütfen koltuklarınıza dönün ve emniyet kemerlerinizi takın. Biraz türbülans yaşayabiliriz. Yaklaşık bir saat içinde iniş yapacağız.”

Mary donakaldı. “Geri gitmeli miyim?”

“Belki senin gittiğinin farkına varmadılar. Belki de senin gittiğini çoktan biliyorlar ve bizi ayırmaya çalışıyorlar.”

Mary başını salladı. “Birlikte kalmalıyız. Bu, iyi bir fikir.”

Hoparlör yeniden çatırdadı. “Beyler ve bayanlar. Kaptanın gelişini duyurmaktan memnuniyet duyuyorum. Hepinize onunla konuşma fırsatı verilecek. Lütfen o, size gelene kadar koltuklarınızda kalın. Yardıma ihtiyacınız olursa endişelenmeyin. Bir kabin memuru size yolunuzda yardımcı olmaktan mutluluk duyar. ”

Yolcuların ayağa kalkma sesleri uçağın ötesinden yankılandı. Sessizlik içinde oturup, bizi birinci sınıftan ayıran perdeden bakmaya çalıştık.

“Kaptan mı?” diye sordum.

“Fikrim yok. Ama bana bir pilottan bahsediyorlarmış gibi gelmedi. Değil mi?”

“Hayır.”

İşte o zaman, burnumuza keskin bir kükürt kokusu çarptı. O kadar kuvvetliydi ki öğürme dürtüsüne direnmek zorunda kaldım. Bana, hayatımda gördüğüm en kötü koku olan, çürümüş yumurta kokusunu hatırlattı. Ancak, önümüze oturan yaşlı kadın tepki vermedi. Koltuğuna yaslanıp, sanki film izliyormuş gibi olanları izlemeye devam etti.

Mary’e “Öksürme.” dedim.

Boyun eğmeden önce, sert ve şiddetli bir şekilde öksürerek birkaç saniye boyunca onunla savaştık.

Bir saniye sonra perde açıldı. Mary ve ben, şimdi kırmızı olan uçak gövdesine bakarken donakaldık.

Yüzlerine aşırı geniş bir sırıtma yerleşen dört kabin memuru perdeyi geçti, sıraları geçerek bize doğru ilerledi. Hâlâ ağlıyorlardı ama bu sefer yüzlerine damlayan gözyaşları daha koyuydu. Bu ışıklandırmada söylemek zordu ama kan gibi görünüyordu.

Yine de, gözlerim onların üstünde değildi. Onların omuzlarının üstünden uçağın önüne yakın bir yerde duran figüre baktım. Kokpit kapısının yanında siyah bir silüet duruyordu. En az sekiz feet uzunluğundaydı ve tek parmağıyla bizi işaret ediyordu. O, bizi çağırıyordu.

“Tuvaletler!” diye bağırdım.

Uçağın arka kısmına doğru koştuk, kabin memurları arkamızdan bize yaklaştı. Uçağın halısına, onların sırıtan yanaklarından kan damladı.

“Kaptan burada!” dedi, mükemmel bir müşteri hizmetleri sesiyle. Sırıtması biraz daha genişledi ve bize doğru yaklaştı.

Karşı karşıya duran tuvaletlere girmeyi başardık. Kapıyı çarparak kapattım ve kilitledim. Kapalı kalması için de ayaklarımı kapının açılıp kapanabilen orta kısmına bastırdım.

Ben onu kapalı tutmak için savaşırken, onlar kapıya vurmaya ve kapı kolunu çekmeye başladılar.

Kabin memurlarından biri, “Üzgünüm ama ikinizin de kaptan ile konuşması gerekiyor.” dedi.

Mary çığlık attı. “Jack! Jack, yardım et!”

Tuvaletten, metalin kırılma sesi gibi belirgin bir çatırtı geldi. Uçağın önüne, gördüğüm siyah figüre doğru götürülürken, onlarla boğuşmaya ve çığlık atmaya devam etti.

Üstlerine atlayıp onlarla savaştığımı, onların dikkatini dağıttığımı ya da kahramanca bir şey yaptığımı söylemek isterdim.

Fakat yapmadım. Onu sürüklediler ve birkaç saniye sonra çığlıkları kesildi.

Bunlar birkaç saat önce yaşandı, hala bu kilitli tuvaletin içindeyim. Ona ne yaptıklarını düşünmemeye çalışıyorum. Uçağın ön tarafındaki şey, insan gibi görünmüyordu. Umarım, Mary benim yardımım için öyle bağırdıktan sonra o şey tarafından öldürülmemiştir. Bunu kaldıramam.

Son birkaç saattir dışarıda bir hareket duymadım ama kapıyı açmaya çok korkuyorum. Koltuklardaki elektrik prizlerinden uzaktayım, bu yüzden telefonumun şarjı bitmek üzere ve uzun zamandır yemek yemedim.

Eğer oraya gidersem kabin memurları beni hatırlayacak mı? Ya o şey hala insanları bekliyorsa?

Karar vermek için fazla vaktim yok.

Yaklaşık bir düzine saat sonra banyonun kapısını açtım. Işıklar normale dönmüştü ve sülfür kokusu almıyordum.

Dikkatli bir şekilde koltuğuma geri döndüm ve sırıtarak ağlayan kabin memuru yemek servis etmeye geldiğinde neredeyse ağlıyordum. O berbat havayolu yemeği yediğim en lezzetli şeydi.

Yemeği bitirir bitirmez Mary’i hatırladım. Ne olmuştu ona?

Dikkat çekmemeye çalışarak koridordan birinci sınıfa doğru süründüm. Şaşırtıcı bir şekilde, kabin memurları hiçbir yerde görünmüyordu. Beni neredeyse görmezden geliyor gibiydiler, sanki onu bulmamı istiyorlardı.

Mary kendi kendine tartışıyormuş gibiydi ve oturduğu pencere kenarındaki koltuğunda telefonuna bakıyordu. Koridora girdim ve koluna dokunup, ona seslendim.

“Mary!”

Kulaklığını çıkardı ve şaşırmış bir ifadeyle bana baktı. “Evet? Neler oluyor?”

“İyi misin?” diye sordum. “O şey sana ne yaptı? Sana ne yaptılar?”

“Üzgünüm ama, seni nasıl tanıdığımı hatırlatır mısın?”

“Ne demek istiyorsun? Biz-” Kim olduğum hakkında hiçbir fikri olmadığını yüzündeki dehşetten anladım. Gözyaşlarıma karşı koydum. “Mary, ne zamandır bu uçaktasın?”

Bileğindeki saati kontrol etti. “Saat 4:03, yani en az birkaç saattir.” Bana İsa’nın ikinci kez geldiğini iddia eden birine baktığınız şekilde baktı. Sesi alçak ve güven vericiydi. “Hey, bu kadar endişelenme. Bir de iyi tarafından bak, yaklaşık bir saat içinde iniş yapacağız.”

Kollarımın sanki bir demir tarafından kavrandığını hissettim ve iki uçuş görevlisini görmek için yukarı baktım. “Efendim, bu bölge yalnızca birinci sınıf yolcular içindir.”

Hala ağlıyor ve sırıtıyorlardı, bu sefer ağızlarından da gözyaşı akıyordu. Üniformalarının ön kısmında kan lekeleri görebiliyordum.

Sonraki birkaç günümü geçirdiğim koltuğuma kadar bana eşlik ettiler. Kabin memurları sürekli yemek için durmaya devam ettiler. Tuvaleti kullanabiliyordum ve kısa süre sonra monotonluktan tamamen delirmeye başladım.

Geriye dönüp baktığımda, o birkaç gün o kadar da kötü değildi. Uçağın berbat kablosuz interneti ile bağlanıyor olsam bile internette çok fazla içerik var. Hayır, kablosuz internetin koptuğu yaklaşık onuncu güne kadar uçaktaki hayat gerçekten çok kötü olmadı.

Ondan yaklaşık bir hafta sonra kontrolü kaybettim ve kabin memuruna bağırmaya başladım. Birkaç dakika boyunca gelmediler ama sonunda biri geldi.

“Sadece kaptanı görmeme izin verin.” dedim.

Kabin memuru eğildi ve aynı müşteri hizmetleri ses tonuyla konuştu. “Üzgünüm efendim. Kaptan sizin ile ilgili kararını oldukça açık bir şekilde verdi. Onun çağrısına cevap vermediniz, bu yüzden bekleyeceksiniz.”

“Ne kadar?”

“Korkarım ki, bir süre. Yine de endişelenmeyin efendim, bir saat içinde iniş yapacağız.” doğruldu ve uzaklaştı.

Yaptığım farklı şeyleri takip edebilmek için koltuğun çeşitli yerlerine çentikler atmaya başladım. Tuvaleti her kullandığımda bir çentik, her yediğim yemek için bir çentik, belirli bir filmi her izlediğimde bir çentik ve onun gibi şeyler.

Orası, bir cehennem gibiydi. Koltuğumun arkasına çentik attığım her filmi düzinelerce kez izledim. Eğer yeterince kötü davranırsam, bir veya daha fazla kabin memuru tarafından koltuğuma geri götürülürdüm.

Diğer yolcular ile herhangi bir konuşma girişimim, onlar tarafından kafa karışıklığıyla karşılandı ve kabin memurları tarafından koltuğuma geri götürüldüm.

Sanırım otuzuncu günümde ya da o civarda bir panik ve psikoz anımda dizüstü bilgisayarımı ve telefonumu kırıp avazım çıktığı kadar bağırdım. Çevremdeki kimse, herhangi bir tepki vermedi.

İki ay sonra leş gibi kokuyordum. Bacaklarımdaki kaslar sürekli sıkışıyordu ve kramplıydı. Sonunda, Thor Ragnarok’u yüz yirmi sekiz kez yeniden izlememden sonra intiharın tek seçenek olduğu sonucuna vardım.

Ayağa kalktım ve acil çıkışa doğru aksayarak ilerledim. Normalde, uçağın içindeki basıncın kapıları kapatmaya zorladığını biliyordum fakat durumumla ilgili hiçbir şeyin normal olmadığını anladım. Bu işe yaramazsa, gitmek için daha acı verici, başka bir yol bulurdum.

Kolu tutup yukarı çektim. Beni şaşırtacak şekilde, kapı kolayca açıldı ve etrafta herhangi bir rüzgar sesi yoktu.

Açık kapı, uçağın dışındaki siyah geçit, beni çağırdı. Ona uzunca bir süre baktım, neredeyse çok uzun bir süre. Bir kabin memuru beni omzumdan tuttu ve geri çekti. Bir hiddet anındaki, beni şaşırtan bir güçle onu üzerimden attım ve uçaktan aşağıya atladım.

Yüzüme vuran rüzgar neredeyse sihirliydi, aylarca aynı şeyleri yaşadıktan sonra yeni bir his.

Altımdaki okyanus gittikçe yaklaştı ve büyüdü. Birdenbire ölmek istemediğimi fark ettim.

Tüm görebildiğim şey karanlık ve dalgalarmış gibi görünene kadar gittikçe büyüdü, büyüdü ve büyüdü.

Suyun yüzeyine o kadar hızlı ve sert çarptım ki tüm vücudum koltukta sallandı.

Önümdeki koltuğa vurduğum ezilmiş parmak eklemimi emerek parmağımı geri çektim.

“Hayır” diye fısıldadım. Sonrasında da bağırdım. “HAYIR! HAYIR! HAYIR!”

Bir kabin memuru koştu ve yanıma diz çöktü. “İyi misiniz efendim?”

Ellerimi yumruk haline getirdim, neredeyse ona sallıyordum ki fark ettim.

Sırıtmıyordu.

Ağlamıyordu.

Dürüst olmak gerekirse, benden biraz korkmuş gibi görünüyordu.

Sağ elimi, şimdi bozuk olmayan telefonumu hissedebileceğim cebime uzattım.

Saat gece 4:04.

“Efendim eğer sakinleşirseniz, bir saat içinde iniş yapacağız.”

Ağzımın tadı kül gibiydi. “Teşekkür ederim, sakin olacağım.”

Telefonuma gözümü bile kırpmadan baktım. Şimdi, 4:05 görüntüleniyordu.

Sonra penceremden dışarı baktım ve altımdaki şehir ışıklarını görünce ağlamaya başladım.

Yaklaşık bir saat içinde iniş yaptık. Bunun neden ve nasıl olduğunu açıklayamıyorum ama şu anda havaalanındaki bir kafede oturup bunu yazıyorum. Özgürüm ve dışarıdayım.

Ve bir daha asla uçmayacağım.

Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Kutay Dolupınar’a aittir.

YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: