Ailem beni o lağım çukuruna yolladığında on iki yaşındaydım. Beni kampa götürmek konusunda oldukça kararlıydılar. Sadece o kampa da değil, herhangi birine. Parola ise “Tüm hafta çalışıyoruz, evde yalnız olmanı istemiyoruz” du. Bana kampın broşürünü gösterdiler, aslında eğlenceli görünüyordu. Broşürün önündeki resimde oyunlar, etkinlikler ve on iki yaşında bir çocuğun kampta isteyeceği her şey vardı. Mantıklı görünüyordu. Resimdeki çocukların tümü eğleniyor gibiydi. Sonunda pes ettim ve bu fikre boyun eğdim.
Dün gibi hatırlıyorum. Kamp Omega, Virginia’nın eteklerinde küçük bir kasabada bulunuyordu. Diğer tüm kamplar gibiydi; uyumak için ranzaları, akşam yakılan kamp ateşi ve arkadaş canlısı kamp rehberleri vardı. Şimdi bakıyorum da belki de fazla arkadaş canlısıydılar. O zamanlar bunun normal olduğunu düşündüm çünkü bu onların işiydi. Daha önce hiç bu kadar yanılmamıştım.
Yaptığımız faaliyetler biraz garip olsa da kamp ilk başta eğlenceliydi. Kendimize benzeyen oyuncak bebekler yapmak zorundaydık. Benimkinin hasırdan saçları ve mavi düğmelerden gözleri vardı. Ardından onlara birer bileklik yapıp üzerine kendi isimlerimizi yazdık. Kamptan beklediğim her şey gerçekleşiyordu, kamp ateşi etrafında birbirimizi çok iyi tanıyana dek duygularımızı paylaşıyorduk. Benim dışımda yirmi beş kampçı ve on beş kamp rehberi vardı. Kampçılardan biri sıklıkla dikkatimi çekiyordu, ismi Jeanette’ti. Hoş biriydi ve fazla konuşmazdı. Ben de onun gibi utangaçtım, bu yüzden sessizliğin tadını çıkararak kolayca bağlantı kurduk.
O gün bir hafta süren kampın son günüydü. Ertesi gün eve gideceğim için çok mutluydum, kamp eğlenceli olsa da evimi özlemiştim. Rehberlerimizle birlikte kamp ateşinin çevresinde oturduk. Sebebi ateş miydi emin değildim ancak farklı görünüyorlardı. Yüzleri tanıdıktı fakat bir hayaletinki kadar soluktu. Omuz silktim ve bir sonraki aktiviteye kulak verdim.
Bunu yapmamış olmayı dilerdim.
Yanımızda yaptığımız şu oyuncak bebekler vardı. Benimkini ellerimle tuttum ve bakışlarımı beni izleyen boş mavi gözlerinden kaçırdım. “Bebek eski seni temsil ediyor, kamptan önceki seni.” diye seslendi lider kamp rehberi. Ardından da bebekleri ateşe atmamızı istedi. Benimkinin alevlerle sarılmasını ve çatırdayan ateşin kanvastan yapılmış derisini tüketmesini izledim. “Artık yeni birisiniz.” dedi lider rehber.
Bebekler yandıktan sonra bize bir veda törenine katılacağımızı söylediler. Rehberlerden ikisi kulübelerimize kadar bize öncülük etti ve eşyalarımızı toplamamızı istedi. Çünkü tören arazinin kenarında bulunan ahırda yapılacaktı. Rehberlerden biri yanımızdan ayrıldı ve bizimle yalnız diğer rehber kaldı. İsmi Scott’tı. Daima nazikti ve iyi şakalar yapardı. Hepimiz eşyalarımızı toplarken ateş çukurunun yanında bekledi. İşim bittiğinde yanına oturdum, o ise diğerlerini beklerken oldukça tuhaf davranıyordu. Sessizce ateşe bakıyordu, yüzünde rahatsız bir ifade vardı. Hepimiz bir araya toplanınca fısıldadı.
“Sizi seviyorum.”
Kiminle konuştuğunu bilmiyordum, bu yüzden onu yanlış duyduğumu sandım. Ardından “Sizleri seviyorum ve sizin için her şeyi yaparım.” dedi açıkça. Bu kez hepimiz onu duyduk ve birbirimize şaşkınlıkla baktık. Ama bu güzel bir jestti ve biz de onu sevdiğimizi söyledik. Gülümsedi ve ayağa kalktı. “Hepimiz hazırız.”
Bize ormandan kampın kenarına kadar rehberlik etti. Hava zifiri karanlıktı. Tören için heyecanlıydım. Buradan ayrılmaya, internet ve televizyonun elimin altında olduğu evime gitmeye hazırdım. Açık havaya yeterince doymuştum.
Aniden ormandan çıktık ve töreni yapacağımız ahır karanlığın içinde belirdi. Tüm kamp rehberleri ellerinde meşalelerle ahırın etrafındaki bir çemberin içindeydiler. Midemde bir ağrı hissettim. Biliyordum, bizi buraya getirmelerinde doğru olmayan bir şeyler vardı.
Ahır zayıf ve eski bir yapıydı, herhangi bir imar kanununa uymadığına oldukça emindim. Burada bulunmamamız gerektiğine de. Kamp rehberleri içeri girdiler ve çevremizde bir çember oluşturup arkalarında bulunan kapıyı kapattılar.
Baş rehber çemberden ayrıldı ve tam önümüzde durdu. “Jeanette Lewinski, ayrılışınız için lütfen öne çıkın.” Kız hepimizin tedirgin göründüğünü söyledi ancak öne çıktı. Onun için mutluydum, belki de eve götürmesi için kendisine bir kurdele ya da havalı bir şeyler verilecekti.
Rehberler ellerinde meşaleleriyle çevremizde oluşturdukları çemberi giderek daralttılar. Onlar bize yaklaştıkça kalp atışlarımın hızlandığını hissediyordum.
Ve birden Jeanette’i boynundan bıçakladılar.
Kız çığlık atmadı, rehberler ellerindeki meşaleleri ahırın duvarlarına fırlatırken olay beklenmedik bir pandomime dönüşmüştü. Tüm kamp rehberlerinin yanlarında uzun tırtıklı bıçaklar taşıdığını o ana kadar fark etmemiştim. Kaçmaya çalıştım fakat ahır sanki bir kibrit gibi yanmaya başladı. Çocuklar rehberler tarafından birer birer bıçaklanmadan önce çaresizce etrafta koşuyor ve çığlık atıyorlardı.
“Buradan çıkmak zorundayız!” Doğruca Scott’a koşmadan önce bağırdım.
“Carl, yoksa tören için kalmak istemiyor musun?” diye sordu. Gözleri tümüyle siyah görünüyordu, yüzüne olabilecek en sadistçe gülümsemesini takınmıştı.
Karnına bir yumruk attım ve koşarak gözüme kestirdiğim bir açıklıktan ahırın dışına çıktım. Hayatımda hiç bu kadar hızlı koşmamıştım. Bir an dönüp geriye baktım. Tanrım, keşke arkama hiç bakmasaydım. Yangının aydınlattığı siyah siluetler koşuyor ve çığlık atıyorlardı. Bazılarıysa sadece duruyorlardı, korkunç sonlarını kabul etmişlerdi. Bıçaklanırlarken kollarını çaresizce iki yana açmışlardı.
Bir tür ilahi duydum, başta çıkaramadım fakat ses giderek yükseldi:
“Senin için neyin iyi olduğunu biliyoruz, seni seviyoruz.”
Tekrar ve tekrar aynı sözcükler yankılandı. O an Jeanette’in son nefesi ve kanla dolu ağzı zihnimde canlandı. Koştum.
Ormana kaçtım. Kalbim kulaklarımda bir davul gibi atıyordu. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Yalnızca geldiğimiz yöne doğru koşmaya devam ediyordum. İlahi de beni takip ediyordu.
“Senin için neyin iyi olduğunu biliyoruz, seni seviyoruz.” Bozuk bir teyp gibi sürekli tekrarlıyordu.
Parlayan cehennem araziyi loş bir şekilde aydınlattı, ben de bu sayede kulübelerin bulunduğu diğer taraftan çıkabildim. Tekrar arkama baktım, çalılar hareket etti ve beni takip eden ilahinin sesi yükseldikçe yükseldi. Beni nasıl bulmuş olabilirlerdi?
“Senin için neyin iyi olduğunu biliyoruz, seni seviyoruz.”
Daha hızlı koştum ancak birinin gömleğimden tuttuğunu hissettim. Düştüm ve o da benimle birlikte düştü. Beni yakalayan rehberin kim olduğuna bakabilmek için döndüğümde bir eli ayak bileğimdeyken diğer elinde bir bıçak tuttuğunu gördüm. Gözleri siyah birer çukur ve teni beyaz bir kağıt gibiydi. Çığlık attım ve diğer ayağımla tekme sallayıp bıçağı elinden fırlattım. Bir an bileğimi kavrayan elini gevşetti ve bu sayede zaman kazanıp çıkışa doğru koşmayı başardım.
“Kamp Omega” yazılı tabela girişte asılı duruyordu. Hızlıca oradan uzaklaştım. Beni takip eden rehberlerin ayak sesleriyse aniden kesilmişti. Geriye dönüp baktım. Hepsi sanki kamp alanında kapana kısılmış gibi oldukları yerde duruyorlardı. Heykelleri andırırcasına sabittiler. Sanki kamptan çıkmayacaklarını biliyor gibiydiler.
Bu sırada yağmur başladı ve rehberler başlıklarını çıkardılar. O ana kadar başlık taktıklarını ve cüppe giydiklerini fark etmemiştim. Loş ışıkta bile kan kırmızısı olduklarını söyleyebilirim.
“Senin için neyin iyi olduğunu biliyoruz, seni seviyoruz.”
İlahiyi tekrarladılar. Yavaşça geri çekilmeye başladım, dehşet dolu gözlerle bıçaklarını çıkarmalarını izledim. Onları bana fırlatacaklarını sanıyordum. Bir yanım koşmak ve çığlık atmak istedi ancak diğer yanım sanki bu sahneyi bitirmek için buraya çivilenmişti.
Aynı anda ucundan kan damlayan bıçaklarını havaya kaldırdılar ve kendi boyunlarına sapladılar. Her yere kanlar fışkırıyordu. Kanlarının yağmurla karıştığını ve boyunlarından yere aktığını görebiliyordum.
Tek yapabildiğim çığlık atıp toprak yoldan küçük kasabaya koşmaktı. Kasabayı ve karakolu bulana kadar haftalar geçmişti sanki. Ahşap kapıdan girdiğimde kendimi rahatlamış hissettim. Dağılmış görünüyor olmalıydım. Saçlarım ter ve yağmurla birlikte keçeleşmişti. Muhtemelen ellerimde kanlar vardı. Onlara baktım.
Temizlerdi. Yağmur kanı temizlemiş olmalıydı. Sekreterin bulunduğu danışma masasına olabildiğince sakin bir biçimde yürüdüm. Kadın beni görmüştü, yüzünde bir şok ifadesi vardı. Sanki öldükten sonra dirilmişim gibi bakıyordu. Dağılmış vaziyette göründüğüm için böyle bir tepki verdiğini düşündüm.
Ona her şeyi anlattım. Kampı, rehberleri, olan biten her şeyi. Beni yüzündeki şok ifadesiyle dinledi ve bir bardak su getirdi. “Aileni aramak ister misin, Carl?”
“Evet, lütfen.” diye cevap verdim. Bana telefonunu verdi ve onları aradım. Hıçkırıklara boğulup ağlamama rağmen söylediklerimi anlayabilmelerine şaşırmıştım. Konuşmamızın üzerinden yalnızca bir saat geçmişti, beni almak için olabildiğince çabuk geldiler. Beni bulduklarında o kadar rahatladım ki arabaya bindiğimde gözlerimi kapattım. Güvende hissettim.
Uyuyakalmış olmalıydım çünkü gözlerimi açtığımda bana tanıdık gelmeyen bir yerdeydik. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım, kasvetli duran tuğla bir binanın önüne park etmiştik. O zaman bir şeyi fark ettim. Karakoldaki kadın adımı nereden biliyordu? Ona söylememiştim ki.
“Neredeyiz?” diye kaygıyla sordum. Ailem yüzlerinde üzgün ifadelerle bana bakıyordu. Babam konuştu.
“Oğlum, bir akıl hastanesindeyiz, senin için endişeleniyoruz.”
Ağzım şaşkınlıktan istemsizce açılmıştı. “Bana inanmıyor musunuz?”
“Carl, bir haftadır kayıpsın. Ardından bu küçük kasabada bir karakolda ortaya çıkıyorsun ve katil kamp rehberleriyle ilgili hikâyeler anlatıyorsun.” dedi annem.
Kalakalmıştım, tüm bu olup biteni anlamaya çalışıyordum.
Sonra aniden ikisi tek bir ağızdan söylenmeye başladı.
“Senin için neyin iyi olduğunu biliyoruz, seni seviyoruz.”
Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Şeyma’ya aittir.
Bir Cevap Yazın