Beni Öldürecek Şey

Vermont’ta küçük bir kasabada büyüdüm. Yüz ölçümü değil, nüfus açısından küçük bir kasabaydı. Her tarafta geniş çiftlikler, ormanlık alanlar vardı ama neredeyse hiç insan yoktu. İneklerin sayısı bile daha fazlaydı, Vermont’taki kasabaların çoğunda durum böyledir. Yaşıtım çocukları olmayan, sıkıcı Vermontluların yaşadığı bu kasabanın, kışın dondurucu soğukları, yazın ise ılıman bir havası vardı. Haliyle, bir çocuk için bu kasabada yaşıyor olmak, dünyanın en eğlenceli işi değildi.

Tek yakın arkadaşım, benden bir yaş büyük olan Tina’ydı. Tüm vaktimizi beraber geçiriyor, sürekli Vermont dışındaki hayatı düşlüyorduk. Kasabamızdaki insanlar garipti. Farklıydı. Diğer yerlerdeki insanlardan farklılardı. Şehre taşınana kadar, küçük kasabalarla ilgili farketmediğim bir şey de bu kasabalardaki insanların batıl inançlara sıkı sıkıya bağlı olmasıydı. Garip, doğaüstü şeylere inanıyorlardı. Luvia’ya inanıyorlardı.

Luvia, kocasıyla tanıştıktan sonra Vermont’a taşınan, yaşlı, Kanadalı-Fransız bir kadındı. Kasabada, herkes onun kâhin olduğunu düşünüyordu. Falcı gibi. Kendi anne ve babam bile böyle düşünüyordu. Bir gün annem alyansını kaybetti. Aramadığı yer kalmadı. Luvia’yı çağırdılar. Onlara hemen, yüzüğün “eski, çürümüş bir ağacın altında” olduğunu söyledi. Arka bahçeye, babamın, eskimiş bir piyanoyu parçalara ayırdığı yere baktılar. Annem de ona yardım etti. Yüzük oradaydı. Eski, çürümüş ağacın altında.

Kasabanın yaşlıları sürekli Luvia’dan bahsediyor, onun yüzde yüz güvenilir olduğunu düşünüyorlardı. Bunun üzerine Tina ve ben bir akşam Luvia’yı ziyaret etmeye karar verdik. Geleceğimizle ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorduk. Ben şüpheliydim tabii. Yine de şakacıktan gidip görmek istedim.

Akşamın ilk saatlerinde Luvia’ya uğradık. Patikadan evine doğru yürürken biz daha çalamadan kapıyı açmıştı. Tina beni dirseğiyle sert bir şekilde dürttü ve kulağıma Luvia’nın gerçekten de bir kâhin olduğunu fısıldadı. Bizim geldiğimizi önceden hissetmişti. Tina’nın kulağına, “Muhtemelen evinin bir sürü penceresi olduğu için gelirken bizi uzaktan görmüştür,” diye fısıldadım. Her halükarda, evine ulaştığımız andan itibaren garip hissetmeye başlamıştım. Luvia çok ama çok yaşlı bir kadındı ve ufacıktı. Sanki… sanki çökmüştü. Göz altları çökmüş, elmacık kemikleri belirginleşmişti. Göğsü içe doğru çukurlaşmıştı. Beklediğimden daha korkutucuydu. Fakat bize gülümsedi ve iyi davrandı. Ben de ona ısınmaya başlamıştım. Evi, hiç de kafamdaki “ürkütücü falcı” evine benzemiyordu. Kulübe gibi bir evde yaşayan, iyi giyimli, yaşlı bir kadındı sadece. Burası sıradan bir büyükanne evine benziyordu; sehpa örtüleri, örgüler, aile dergileri vs. vardı.

Ona fal baktırmak istediğimizi söyledik, eline aramızda denkleştirdiğimiz yirmi doları verdik. Bizi mutfak masasına götürdü. İlk hangimizin baktırmak istediğini sordu.

“Aşk hayatımla ilgili neler görüyorsun?” diye sordu Tina.

Luvia’nın kristal küresi, tarot kartları ya da bitkileri yoktu. Yalnızca, gözlerini kapayıp iki dakika boyunca sessiz bir şekilde oturdu. Ardından, derin bir nefes aldı ve “Michael Carten,” dedi.

Tina, ona birkaç saniye gözünü ayırmadan baktı, Luvia tekrar etti: “Michael Carten. Evleneceğin adamın adı: Michael Carten.”

Tina teşekkür etti ve ismi kendi kendine birkaç kez tekrar etti. Michael Carten. Michael Carten. Michael Carten. Luvia ardından bana döndü.

“Bana söyleyeceğin her neyse, dinlemeye hazırım,” dedim. “Aşk hayatımla ya da özel bir şeyle ilgili olmak zorunda değil.”

Luvia gözlerini birkaç saniye için kapattı, ama benimle ilgili bilgiler Tina’nın kocasıyla ilgili olanlardan daha hızlı ulaşmıştı. Gözlerimin içine bakıp, ellerimi tuttu ve şöyle dedi:

“Seni öldürecek şey kabuk değiştiriyor.”

“Seni öldürecek şey dişlerini biliyor.”

“Seni öldürecek şey pençelerinden akan kanları temizliyor.”

“Seni öldürecek şey deri topluyor.”

“Seni öldürecek şeyin ne olduğunu önceden tahmin edemeyeceksin.”

Üçümüz uzun bir süre sessizce oturduk. Midem bulanmıştı. Sarsılmıştım. Luvia, söylediklerinden pişman olmuşçasına bana bakıyordu. “Onu durdurabilmek için elimden bir şey gelir mi?” diye sordum. Luvia paramızı masanın diğer ucuna iterek bize geri iade etti.

“Falı bedavaya bakıyorum.”

Tina ve ben, Luvia’nın evinden sessizce sıvıştık. Eve dönüş yolunda tek bir kelime bile etmedik. Tina hayatının aşkının ismini öğrenmişti. Ben ise ölümümle ilgili korkutucu ama gizli mesajlar barındıran bir şeyi dinlemek zorunda kalmıştım. Daha on iki yaşındaydım. Çok korkmuştum.

Evimin kapısına kadar bana eşlik eden Tina, gitmeden önce Luvia’nın kehanetleriyle dalga geçmişti. “Kiminle evleneceğimi nereden bilecek ki?” diye sordu. “Seni de canavarlar falan götürmeyecek. Kabuk değiştiren, kanlı, vahşi canavarlar. Yani…götürmezler, niye götürsünler?”

Yıllarca aradım durdum; beni öldürecek olan şeyi. Onu neredeyse hissedebiliyordum. Arabaların arkasında beklediğini, ağaçların arkasında gezindiğini hissediyordum. Taze karların altında. Camlarımın ardında. Tereddüt ettiğim her adımda. Ne zaman uyumaya çalışsam, onu görüyor gibi oluyordum. Luvia dişleriyle ilgili ne demişti? Kabuk değiştiren bir şeyi aradı gözlerim. Kan aradı. Deri aradı, hayvan derisi aradı.

Ama onu bulamadım.

18 yaşımdayken, üniversite için Colifarnia’ya gittim. Böylelikle kardan, soğuktan ve beni öldürecek olan şeyden uzaklaşacaktım. Onu her yerde hissetmiyordum artık. Akşamları yalnız yürüdüğümde, kalbim deli gibi atmıyordu. Belki, o şey her ne ise Vermont’ta kalmıştı. Belki de hiç var olmamıştı bile. California’daki insanlar falıma gülüyorlardı, bir zaman sonra bana da gerçekdışı gelmeye başlamıştı. Küçük, yaşlı bir Kanadalı-Fransız kadının, ipsiz sapsız tahminleriydi sadece. Gerçek değildi.

27 yaşımdayken, bir düğün davetiyesi maili geldi. Tina evleniyordu! Benim daha yeni haberim olmuştu. Hâlâ California’daydım ve kasabadan kimseyle iletişim halinde değildim. Çok uzak bir geçmiş gibi geliyordu.

“Düğünümüzde sizleri de görmekten mutluluk duyarız, Michael Carten ve Tina-“

Bir dakika. Olamaz. O belli ki… ismi aklında tutmuş. Michael Carten adlı birini arayıp durmuş. Luvia’yla hiçbir alakası yok. Onun kehanetleri tutmadı. Tutamaz da. Fal diye bir şey yoktur. Günümüz dünyasında böyle şeylere inanmak gerçekten çok saçma.

Düğüne katıldım. Tina, Michael ve ben faldan konuşup güldük- falcı “biliyormuş”! Kehaneti “tutmuş” Elbette tutmadı. İleride, Michael ve Tina’nın çocuklarına anlatacağımız komik bir hikayeydi sadece.

“Olur da sipsivri dişli kabuk değiştiren bir canavara denk gelirsen bize haber verirsin, oldu mu? Sonra biz de bunun bir tesadüften daha fazlası olduğunu anlamış oluruz.”

Düğünden ayrılırken “beni öldürecek olan şeyin” gerçek olmadığına inancım hiç azalmamıştı. Öyle bir şey yoktu. Ağaçların, arabaların arkasına baktım. Beni bekleyen hiçbir şey yoktu. Derimi yüzecek bir şey de yoktu. Bu zamana kadar niye bu kadar korktuğumu bilmiyordum.

Tina’nın düğünüyle ilgili en güzel şey, onunla uzun bir zaman sonra ilk defa iletişime geçmemiz olmuştu. Küçüklük hallerimizden farklıydık ama yine de aramızda adını koyamadığımız bir bağ vardı. Tina mutluydu, Michael ile Vermont’da yaşıyordu. Kasabamızda olan bitenle ilgili her şeyi bana anlatmıştı. Nüfus gittikçe artıyormuş. Yeni okullar inşa ediyorlarmış. Bebekler doğuyormuş.

Luvia ölüyormuş.

Yıllar geçtikçe, Tina daha az aramaya başladı. Nadiren gönderdiği mailler ise kısalmaya başlamıştı. Sürekli meşgul gibiydi. Bir zaman sonra hiç arayıp sormaz oldu. Onu özlüyordum elbette, ama benim de bir hayatım vardı. Ayrıca dilediğim zaman çocukluğumu geçirdiğim yere gidebilirdim. Bir kış mevsimi, tatilde ailemi ziyaret etmek için kasabaya gittim. Tina’nın evine de uğrarım diye düşündüm. Aslında gitmezdim fakat Tina aramalarıma cevap vermiyordu ve ben onu gerçekten görmek istemiştim.

Arabayı Tina ve Michael’in evinin önüne park ettim. Garaj yolunda iki araba olduğundan evdelerdir diye düşündüm. Eve yaklaştım ve zili çaldım. Kapıyı Michael açtı. Kat kat giyinmişti, üzerinde geniş bir mont vardı, karların içinden yeni çıkmış gibiydi. İçeri davet etti. Beni gördüğüne çok şaşırmıştı. Yakın zamanda Tina ile konuşup konuşmadığımı sordu.

“Aslında, konuşmadım. Yani birkaç aydır. Böyle habersiz geldiğim için kusura bakma, gelmeyecektim ama Tina’yı görebilirim diye düşündüm.”

“Ah, biliyorsun sandım. Duymuşsundur diye düşündüm. Beni terk etti. Birkaç ay önce. Tasını tarağını toplayıp gitti. Gittiğinden beri de benimle konuşmadı.”

“Hadi ya,” dedim. “Çok üzüldüm. Bilmiyordum.”

Montunu çıkarıp kapının yanındaki portmantoya astı. “Montunu alayım mı?” diye sordu. Ona gerek olmadığını, uzun kalmayacağımı söyledim. Tina’nın böyle bir şey yapmasından dolayı şoktaydım. Kocası gerçekten iyi bir insandı.

“Üzgünüm-tam da yatmak için hazırlanıyordum. Yarın erkenden iş var. Bir mahzuru var mı?

Ayakkabılarını ve süveterini çıkardı. Banyoya doğru gitti. Ben de oturup evi incelemeye koyuldum.

“Tabii ki mahzuru yok. Nereye gittiğini biliyor musun?”

Banyodan, “bilmiyorum,” diye bağırdı, ağzı diş macunuyla dolu bir şekilde. “Evden uzaklaştığından emin olmadan aramadı.”

“Çok kötü olmuş. Üzüldüm.”

Diş ipini kullanmaya geçti, ona baktığımı görünce de görünmemek için kapıyı kapattı. Duş almaya başladığını duyunca bu süreyi telefonumu çıkarıp Tina’nın bana gönderdiği son mesajlara bakarak geçirmeye karar verdim. Belki de gideceği yerle ilgili bir iz bırakmıştı. Belki bir ipucu. Telefonum, çantamdan çıkarmaya çalışırken elimden kaydı ve kanepenin altına düştü. Kafamı aşağı sarkıtıp telefonumu bulmaya çalışırken elim başka bir şeye çarptı. Kocaman bir saç yığınına.

Saç yığınını kanepenin altından aldım. “Tuhaf,” diye düşündüm, epey saç vardı.

Kahverengi saç, Tina’nın saç rengi.

Saçın ucunda bir parça saç derisi de vardı.

“Seni öldürecek şey deri topluyor.”

Banyoya doğru yöneldim. Michael hâlâ duştaydı.

“Seni öldürecek şey pençelerinden akan kanı temizliyor.”

Diş ipi kullanmış, dişlerini fırçalamıştı.

“Seni öldürecek şey dişlerini biliyor.”

Dış kıyafetlerini ve ayakkabılarını çıkarmıştı.

“Seni öldürecek şey kabuk değiştiriyor.”

Tanrım. Beni öldürecek olan şey.

Suyu kapattığını duydum. İçeriden başka sesler geliyordu.

Evden dışarıya koştum. Kapıyı çarpıp çıktım. Arabama doğru uçarak gittim adeta. Titriyordum. Bir yandan da kapıyı izliyordum. Arabanın anahtarını tutmaya çalıştım. Titriyordum. Titriyordum. Evin kapısı açıldı. Arabayı hareket ettirdim. Sürdüm. Geriye hiç bakmadım. Sürdüm. Gece boyunca sürdüm. Ertesi günün yarısı geçene dek sürdüm. Sadece mecbur olduğum anlarda durdum. Beni takip edip etmediğini bilmiyordum. Orada neye tanık olduğumu bilmiyordum. İki eyalet daha geçene kadar nabzım eski haline dönemedi. Eve vardım.

Bu olay aylar önce oldu. Polisi aradım. Araştırdılar. Hiçbir şey çıkmadı. Tina’nın Michael’ı bırakıp gittiğinden eminler. Taşındı diyorlar.

Belki de öyledir. Belki çok uzaklara gitmiştir. Güvendedir. Belki benim için gelecek bir şey yoktur. Michael, karısı tarafından terkedilmiş bir adamdır sadece. Belki ağaçların ardında, karların arasında, arabaların altında hiçbir şey yoktur. Geceleri kapımın önünde, pencerelerin yanında bir şey yoktur. Belki de hiç var olmamıştır. Muhtemelen öyledir.

Luvia daha önce de yanılmıştı.

Haksız mıyım? Bana ne demişti?

“Seni öldürecek şeyin ne olduğunu önceden tahmin edemeyeceksin.”

Not: Hikaye yabancı kaynaklardan alınmıştır. Çeviri, takipçilerimden Tuba Kartal’a aittir.

YouTube kanalıma aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Cem’den Dinle YouTube

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: