Hikayeyi okuduktan sonra en aşağıdaki BUNU DERECELENDİR alanından puanlayınız.
Merhaba, ben Stevie. Stevie Gage. Yirmi sekiz yaşındayım. Hiç evlenmedim. Ailemle yaşıyordum. Yaşıyordum diyorum, çünkü ailemi geçen sene bir trafik kazasında kaybettim. Zamanında bir ablam varmış, o da dokuz yaşındayken hayata veda etmiş. Sonuç olarak, kimsem kalmamıştı. Arkadaş çevremde pek sevilen biri değildim. Halimi hatrımı soran olmazdı. Ne zaman birinin işi düşse, o zaman akıllarına ben gelirdim. Ama bu, bambaşka bir konu tabi. Ailemin ölümünden sonra tahmin edebileceğiniz gibi dağılmış, paramparça olmuştum. Sonbahar rüzgarlarının oradan oraya savurduğu sararmış yapraklar gibiydim. Bir ay kadar kendimi eve kapattım. Arkadaşlarımın ne olup bittiğinden haberi olmasına rağmen, hiçbiri tenezzül edip gelmemişti bile. Bana tek ulaşmaya çalışan kişi, milyonlarca teşekkürü borç bildiğim patronumdu. Halimi hatrımı, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını her zaman sorardı. Ama bilirsiniz, patron işte. Yine de çok iyi bir adamdı. Bir ay boyunca işe gitmeyip, işinden olmayan nadir insanlardan olabilirdim. Patronum halden anlayan bir adamdı. “Ne zaman kendini iyi hissedersen o zaman gel.” demişti. Para da yolluyordu. İstesem işten çıkabilirdim, ancak bu kadar iyilik sonrası onu yarıyolda bırakıp gidemezdim. Belki de küçük bir şehirde olmamızın ve işimde çok iyi olmamın bir sonucuydu patronumun bu davranışları. Amaan, neyse. Bir gün, arayıp şunları söylediğinde, hemen kendimi düzene sokup işime döndüm. “Stevie, biliyorum yaşadıkların çok üzücü. ‘Koca hayatta tek başıma kaldım.’ düşüncesindesin ve bu seni gün geçtikçe daha fazla yıkıyor. Bak, benim etrafımda bir sürü insan var. Her gün konuştuğum, görüştüğüm, iş yaptığım bir sürü insan. Ancak gün bitip evime döndüğümde, ben de tekim, geriye kalan herkes gibi. Yuvana çekilmen, tamamen hayatı bırakmış olman sadece seni yıkar. Arkadaş çevren çok geniş olsaydı da aynısı olacaktı, emin ol. Bu hayatta, sana tek önem verecek kişi, sensin. Sen, kendine dikkat edeceksin. İçinde bulunduğun durum ne olursa olsun savaşıp üste çıkacaksın. Dediklerimi bir otur düşün, sonrasında bana geri dön, olur mu? Görüşürüz.” Bir süre daha aynı yerde çalışmaya devam ettim. Kendimi bilinçaltımdaki düşüncelerden sıyırıp gerçeklikle burun buruna bıraktığımda, savaşmam gerektiğini fark ediyordum. Günden güne düzeliyordum. Patronumun gözleri sürekli üzerimdeydi. Benim düzeldiğimi gördükçe mutlu oluyor, “Aferin, işte böyle. Hep böyle güçlü kal, tamam mı?” diyordu. Sanırım bu adamın hakkını asla ödeyemeyeceğim. Her ne kadar düzeldim desem de, gün bitip evime döndüğümde anılar tekrar canlıyor, kendimi tekrar tekrar aile fotoğraflarına bakarken buluyordum. Bu şekilde olmayacaktı. Kendimi tamamen temize çıkarmam gerekiyordu, ve bunu bu evde yapamazdım. Çok düşündüm, en sonunda şehirden tamamen taşınma kararı aldım. Kararımı patronuma açıkladıktan sonra yüzü düştü, ama “Nasıl istersen, Stevie. Kendine dikkat et. Bir şey lazım olursa arayabilirsin.” dedi. Övgüler yağdırarak eve geri döndüm. Hiçbir şeyin bana tekrar o anıları hatırlatmasını istemediğimden sadece kıyafetlerimi toparlayıp gitmeye hazırlandım. Tam evden çıkacağım zaman, kardeşimin fotoğrafı gözüme takıldı. Annem hep “O bizimle. Hiç gitmedi ki.” derdi. Ben de kardeşimin ölümünü kabullenemediğini düşünüp üstüne varmazdım. Ama şimdi bu durumun içine girince, annemin neler hissettiğini tam olarak anlayabiliyorum. “Bari fotoğraflarınız benimle kalsın.” diye düşünüp tüm fotoğrafları aldım ve şehirden ayrıldım. Evi satılığa çıkardım. Bir süre sonra da satıldı. Bu yeni şehirde beni daha iyi anlayacak insanlarla tanıştım. Bir iş buldum. Hayatım yavaştan düzene giriyordu, ve mutluydum. Evin satılmasından sonra da tamamen kurtulduğumu düşünüp kendimi hayatın akışına bıraktım. Ailemin fotoğraflarını çerçeveletip duvara asmıştım. Bilirsiniz, bir dolara satış yapanlar oluyor. Çerçeveleri oradan almıştım. Kahverengi, üzerinde daha açık kahverengi desenler olan klasik çerçevelerdendi. İki tanesi hariç. Tamamen siyahlardı, ve uzun süre bakınca sanki hipnoz ediyorlarmış gibi bir his veriyorlardı. “Bu kadar güzel çerçevelere en güzel fotoğraflar yakışır.” deyip küçük olana kardeşimin tek fotoğrafını, büyük olana da bir sürü uzun ağaçların olduğu bir yerde birbirlerine sarılarak poz veren anne ve babamın fotoğrafını koydum. Bu iki güzel fotoğrafı da hep görebilmek için yatak odama, yatağımın karşısına astım. Birkaç gün sonra, bu iki garip çerçevenin anlamsızca birbirlerine yaklaştığını fark ettim. “Yanlış mı görüyorum, kafayı mı yedim acaba?” düşünceleri kafamda dönüp duruyordu. Acaba hala atlatamamış mıydım? Anne babamı anlarım ama, ablam öldüğünde ben 2 yaşındaymışım. Onu hatırlamıyorum bile. O ne alakaydı? Bilmiyorum. Çerçeveleri tekrardan düzelttim ve hayatıma devam ettim. Birkaç gün sonra çerçeveler tekrar birleşince, bu işte gerçekten bir gariplik olduğunu sezdim. Ama hala inanmak istemiyordum. Çerçeveler nasıl birbirine yakınlaşır ki? Yamulma gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Sanki duvarda sürünüp birbirlerine yaklaşıyorlarmış gibi duruyorlardı. Skeptik biriyim. Bu yüzden çerçeveleri tekrar düzelttim, ve aralarına kenarlarında boşluk olacak şekilde çizgi çektim. Eğer yaklaşıyorlarsa, aradaki boşluklar kaybolurdu. Böylece kendime ne olup bittiğini kanıtlayabilirdim. Tekrar her şeyi olduğu gibi bıraktım. Bir hafta sonra kontrol ettim. Aradaki boşluklar yerli yerindeydi. “Kendi kafanda kuruyorsun be Stevie!” diye kendime kızdım. O an fark etmemiştim ama, kardeşimin fotoğrafı yoktu. O çerçeve, boştu. Çerçevenin boş olduğunu gece uyumak için yatağımda dört dönerken fark ettim. Diğer fotoğrafa dikkatli baktığımda, anne ve babamın bacaklarının dibinde kardeşimin durduğunu, ve anne ve babamın birbirlerine sarılmak yerine kardeşime sarılmış olduklarını gördüm. Bu nasıl olurdu? Bu fotoğraf öyle bir fotoğraf değildi ki. “Yok, uyku sersemi yanlış görüyorum.” falan diye kendimi telkin etmeye çalışırken, salondan gelen gülüşme sesleriyle donakaldım. Kalkıp salona gittim, ama hiçbir şey yoktu. “Noluyor bana?” diye düşünerek yatak odama geri dönerken, sanki mutfağın içinde bir çocuk gördüm ama, emin değilim. Gidip tekrar yattım. Yorgunluğa yenik düşüp uyuyakalmışım. Bir şeyin dürtmesiyle uyandım. Yan yatıyordum, ve arkamdan birisi konuşuyordu. “Teşekkür ederim Stevie. Beni hiç bilmiyor olsan bile, ister istemez yapmış olsan bile, bana yardım ettin. Beni anne ve babamla tekrardan birleştirdin. Çok uzun zamandır ayrıydık. Yirmi altı yıl…düşünebiliyor musun? Ama seni de çok merak ediyorum. Seninle daha fazla zaman ge…” Bir cesaretle arkamı döndüğümde ses yok oldu. Nefes nefese mutfağa su içmek için koştum. Toparlanmam uzun sürdü. Bugün iş vardı. Maksimum düzeyde performans sergilemeliydim. Bu yüzden de modum yüksek olmalıydı. “Rüyaydı oğlum. Rüyadaydın, gerçek değildi o ses.” telkinleriyle kendime gelip işe gittim. Eve döndüm. Akşam yemeğinden sonra biraz kafa dağıtmak amaçlı yatak odamdaki laptopumu açtım. Bir şeylerle uğraşırken arkamdan aniden gelen çat sesiyle yerimden zıpladım. Ne olduğunu öğrenmek için etrafa göz gezdirdiğimde, boş çerçevenin yerinde olmadığını fark ettim. Etrafı biraz daha aradığımda yere düşmüş olduğunu gördüm. Tekrardan asmak için yerden aldım. Tam asacakken çizdiğim çizginin artık orada olmadığını fark ettim. Artık kafayı yiyecek durumdaydım. Bu durumdan kendi başıma kurtulamayacaksam, o zaman bu doktora gitmem gerektiğinin işaretiydi. Ve doktora gitmem demek iş yerimden izin almak demekti. Yeni çalışandım, ve patronuma bu saçma olayları açıklayamayacağımı da bildiğimden – çünkü gerizekalı gibi görünmek istemiyordum – ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Şimdiki patronum eskisi gibi değildi. Çalışanlarını çok düşünmez, sadece yaptığımız işle ilgilenirdi. Minik hatalar olduğunda bile adeta yanardağ gibi patlar, bir kamyon azar geçerdi. Büyük şehirlerde böyle oluyor galiba. Ben de bir yandan alışmaya çalışıyordum tabi. Birkaç ay geçti. Farklı hiçbir olay yaşamadan hayatıma devam ettim. Olanları da bir nebze unutunca, boş çerçeve öyle durmasın diye kendi fotoğrafımı koydum. Keşke koymasaydım. Fotoğrafımı koyduğum günün gecesi, tekrar bir dürtüyle uyandım. Bu sefer kafamı hemen arkama çevirdim. Kırklı yaşlarına yakın bir kadın ayakta dikiliyor, bana gülümsüyordu. Korkmamam gerektiğini söyleyip neler döndüğünü anlatmaya başladı. Meğerse o değişik çerçeveler normal resim çerçevesi değilmiş. Bir çeşit portal mı, geçit mi artık neyse, öyle bir şeymiş. Test etmek için çizdiğim çizgi, iki çerçeveyi birbirine birleştirmiş. Bu kadın da – ki kendisi ablam olduğunu söyledi – çizdiğim yol üzerinden anne ve babamızın yanına geçmiş. Üzülmememi, çok mutlu olduklarını, ama beni sürekli göremedikleri için üzüldüklerini söyledi. Ben daha bir kelime edemeden aniden kayboldu. Ne kadar hayatımı düzene oturttum desem de, bir yanım hep eksikti. Hayatım boyunca neredeyse hiç iyi şeyler yaşamadım. Sürekli kayıplar…kayıplar. Aniden aklıma aileme katılma fikri geldi. Ama nasıl yapacaktım ki? Çerçeveleri aldığım yere gidip oradaki adama sormak geldi aklıma. Hava aydınlanınca hemen arabama atlayıp oraya sürdüm. Adrese vardığımda, orada parktan başka hiçbir şey olmadığını gördüm. Gelen geçene sordum ama burada hiç öyle bir şeyin olmadığını, buranın sadece bir park olduğunu söylediler. Anlaşılan yine benim bir çözüm üretmem gerekiyordu. Yakındaki bir kafeye oturup kahve siparişi verdim. Siparişim geldikten sonra bir yandan kahvemi yudumluyor, bir yandan da bir yol bulmaya çalışıyordum. Henüz kahvemin yarısını içmiştim ki, beynimde bir ampul yandı. Ablam ölüydü. Anne ve babam da öyle. O zaman tekrar onlarla yan yana gelebilmek, tekrardan güzel günlere dönebilmek için benim de ölmem gerekiyordu. “Buldum!” diye bağırıp paldır küldür, ödeme bile yapmadan kafeden uçarcasına çıkıp arabama bindim ve evime sürdüm. Durdurmaya çalıştılar ama yetişemezlerdi. Evime geldim. Dış kapıyı açmaya çalışırken kapı bir anda açılıverdi. Kafamı kaldırdığımda karşı duvarda ablamı gördüm. “Doğru tahmin, Stevie. Ama sakın o yolu kendin çizmeye kalkışma. İşe yaramaz. Yolu çizmeden önce ölmüş olman gerekiyor. Çizecek birini bulman lazım.” Kim çizecekti ki? Kim bana bu iyiliği yapardı? Aaah…lanet olsun! Kim? Kim?.. Bir anda parmaklarımı şıklattım. “A-haa! Dave!” Dave, eski patronumun adı. Hemen telefonumu çıkardım ve rehberde numarasını bulmaya çalıştım. Aradım, açtı. “Dave, bu zamana kadar ailemden biri gibiydin. Yüksek mevkide olsan bile burnun hiçbir zaman havada olmadı. Her zaman bana yardım ettin. Hiç karşılık beklemedin. Belki sana çok yük olacağım ama, evime gelebilir misin? Yatak odamda iki tane tablo var. Birinde ailem, birinde benim bulunduğum fotoğraf. Onların arasına çizgi çeker misin? Dayanamıyorum artık. Tekrardan ailemle birleşmek istiyorum. Bak, hem hiç görmediğim ablam bile yanımda olacak bu sefer. Ne olur Dave, lütfen gel. Lütfen…” “Ne diyorsun Stevie? Kendinde misin? İyi misin?” Mermiyi silaha sürdüm. Çıkan sesi duyunca sustu. “Aman ha! Sakın! Sakın düşündüğüm şeyi yapıyor olma! Lütfen yapma bunu! Sen güçlüsün! Yeneceksin! Bırak o silahı! Sakın kıpırdama! Hemen geliyorum!” Zaten aramızda uzun mesafeler yoktu. 1 saat içerisinde burada olurdu. Bana gerçekten değer veriyorsa, istediğimi yapardı. Dış kapıyı açık bıraktım. Tetiği çekmeden önce söylediğim son sözler şunlar oldu. “Lütfen Dave, sadece senden istediğim son şeyi yap. Lütfen bunu yapmış ol.”
Yazar: Mustafa Alimoğlu
Sen de Hikayeni Gönder
Hikayeyi okuduktan sonra aşağıdaki BUNU DERECELENDİR alanından puanlayınız.